Atatürk İlkeleri - İnkılapçılık

|

Zor koşullar altında Atatürk bir bir gerçekleştirdi İnkılapları.. Bizlere ise korumak kalıyor.


Atatürk, inkılapçılık ilkesiyle, Türk Milletinin ilerlemesini ve medeni ülkeler seviyesine çıkmasını engelleyen, değişen ve gelişen şartlara uyum sağlayamayan teşkilatların ve müesseselerin, günün şartlarına göre yeniden düzenlenmesi amacını esas almıştır. Bu ilke, diğer bir ifadeyle, sürekli devrimin, değişen şartlara göre düzenlenmesidir:
"Medeniyet yolunda başarı, yenileşmeye bağlıdır. Sosyal hayatta, ekonomik hayatta, ilim ve fen sahasında başarılı olmak için tek gelişme ve ilerleme yolu budur."
Atatürk, inkılapların tek gayesinin Türk Milletini medeni ülkeler seviyesine çıkartmak olduğunu şöyle belirtir:
"Efendiler; yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün anlam ve görünüşüyle medeni bir toplum haline getirmektir. İnkılaplarımızın asıl gayesi budur."

Mustafa Kemal Atatürk inkılapların başarılı olması için, aksayan kısımların yenilenmesi ve değişikliklerin süratle uygulamaya konulması gerektiğini belirtmiş, bu değişimlerin, uygulamalarının uzun bir vadeye yayılması halinde asıl gayeden uzaklaşılmış olunacağına dikkat çekmiştir:

"... İdare-i maslahatçılar esaslı inkılap yapamaz. Bugünkü sefalet ve rezalet içinde esasen kimseyi memnun etmeye imkan yoktur. Memleket mamur, millet zengin olduğu zaman herkes memnun olur."

Atatürk inkılap hareketlerinde takip edilecek yolu da şöyle belirtir:
" Türkiye'yi derece derece mi ilerletmeli, ani olarak mı? İki sistem var, biri malum büyük Fransız İhtilali'ndeki tarz; rejimler değişecek, ihtilallere karşı mukabil ihtilaller yapılacak. Sağ solu tepeler, sol sağı süpürürken bir de bakılacak ki bir buçuk asırlık zaman geçmiş...Bu milletin damarlarında o kadar bol kan ve önünde o kadar geniş zaman var mı?"

Türk Milleti, bu şartları göz önünde bulundurarak bir an bile durmadan önündeki engelleri aşmalıdır. Eğer bu adım atılmazsa, hem medeni ülkeler arasındaki yerimizi alamayız, hem de birlik beraberliğimiz bozulmaya başlar, çöküşe yaklaşılır. Atatürk bu tehlikeye dikkat çekerek şu sözleri söylemiştir:

"Milletin uyanıklığına, milletin ilerleme ve gelişme istidadına güvenerek, milletin azminden asla şüphe etmeyerek Cumhuriyet'in bütün icaplarını yapacağız. Birçok güçlükler ve engeller karşısında bulunduğumuzu biliyoruz. Bunların hepsini tetkik ile azim ve iman ile millet aşkının sarsılmaz kuvvetiyle birebir çözüp sonuçlandıracağız. O millet aşkı ki herşeye rağmen sinemizde sönmez bir kuvvet, dayanıklılık ve ateş kaynağıdır."

"Her türlü yükselme ve gelişmeye kabiliyetli olan milletimizin sosyal ve fikri inkılap adımlarını kısaltmak isteyen engeller mutlaka ortadan kaldırılmalıdır."
Atatürk ilkelerini bir bütün halinde düşünmeliyiz. Zira bu ilkeler bir bütün olarak değerlendirildiğinde, Türk'ün yüksek karakteri daha yükselecek ve Türkiye, medenileşme yolunda diğer ülkelerin örneği olacaktır. Bu ilkeleri bir diğerinden ayırırsak, milli birlik ve beraberliği bir arada tutan temeli de zayıflatmış oluruz ki, bu da, ülke bütünlüğünün bozulmasından menfaat sağlamak isteyen bölücü güçlerin palazlanmasına sebebiyet verebilir. Buna engel olmak istiyorsak, büyük bir şevk ve heyecanla Atatürkçü ve inkılapçı düşünceye sahip çıkarak ülkemize hizmet etmeliyiz; ayrılıkçı ve bölücü faaliyetlere izin vermemeliyiz. Atatürk, bu engellemeler karşısında inkılapların uygulanması ve korunması görevini Türk Ordusunun başarıyla yerine getireceğini şu sözleriyle belirtmiştir:

"Milleti sevk ve idare edenlerin dayanağı, ordu olmuştur. Diğer milletlerde ordu ile millet, daima birbirleriyle karşı karşıyadır. Halbuki, bizde tamamıyla olay tersinedir. İkinci Meşrutiyeti, kahraman subaylarımız ilan ettikleri gibi bu inkılapları da yine bunların fedakarlığına borçluyuz."

http://ataturkkk.blogspot.com




Atatürk İlkeleri - Laiklik

|

Türkiye'deki hassas dengelerin korunması için Laiklik şarttır. Ve Atatürk bunu yıllar önceden görüp bir kez daha bizleri hayretler içinde bırakmıştır. Günümüzde laiklik olmasaydı neler olurdu bir düşünün?


Laiklik, genel anlamıyla din ve dünya, din işleriyle devlet işlerinin birbirinden ayrılması, böylelikle toplum içinde inanç ve ibadet serbestliğinin sağlanması olarak tanımlanır. Atatürk laiklik ilkesini de milli birlik ve beraberliğin sağlanması yönünde, devletin geleceği ve mevcudiyeti noktasında gerekli görmüştür. Laiklik ilkesiyle milli iradenin bütünleşmesinde kolaylık sağlanmış olur.

Laiklik ilkesiyle, fertlerin ibadet ve inanma hürriyetleri de kanunla koruma altına alınmış olur; şahıslara inanmaları ya da inanmamaları yönünde yapılan baskılar ortadan kaldırılmış olur. Böylece, insanların birbirlerine hoşgörüyle bakmaları sağlanır. Laiklik, bu yönüyle de İslam diniyle uygun bir yapı arzeder. Çünkü dinde, zorlamayla ve menfaatler karşılığı yapılan ibadetlerin bir değeri yoktur. Dinde, Allah'a yönelik Allah rızası için yapılan ibadetler bir değer taşır.
Bunların yanı sıra, laiklik ilkesi kesin olarak dine karşı değildir. Atatürk bir konuşmasında, bu konuyla ilgili olarak şunları söylemiştir:

"Laiklik asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için gerçek dindarlığın gelişmesi imkanını temin etmiştir. Laikliği dinsizlikle karıştırmak isteyenler, ilerleme ve canlılığın düşmanları ile gözlerinden perde kalkmamış doğu kavimlerinin fanatiklerinden başka kimse olamaz."
Yine Atatürk:, "Softa sınıfının din simsarlığına izin verilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler iğrenç kimselerdir. İşte bu duruma karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz" diyerek, milli birlik ve beraberliği ortadan kaldıracak olan bu tür ayrımcılıklara taviz verilmeyeceğini göstermiş olur.
Laiklik ilkesiyle şahıslar, hurafelerden temizlenmiş doğru ve gerçek bilgiyi, vicdan ve din hürriyetini sağlama almış olurlar.


Ankara Kız Lisesi'nde öğrenci ve öğretmenlerle birlikte
"Laiklik yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir; Bütün vatandaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü de demektir."

http://ataturkkk.blogspot.com



Atatürk İlkeleri - Devletçilik

|

Kamulaştırma, özelleştirme ya da devlet eliyle kurumlar açma vb. faaliyetler halkı direk etkileyen unsurlardır.


Atatürk ilkelerinde devletçilik anlayışı; milli birliğin ve beraberliğin oluşturulması yönünde, ahlaki, sosyal ve milli bir durum arz eder. Bu durumu Atatürk, şöyle belirtmiştir:
"Milli gelirin tevziinde (dağılımında) daha mükemmel bir adalet ve emek sarfedenlerin daha yüksek refahı, milli birliğin muhafazası için şarttır. Bu şartı daima göz önünde tutmak, milli birliğin mümessili olan devletin mühim vazifesidir."
Uygulanmış olan devletçilik prensibi, komünist rejimlerdeki gibi özel sektörü yok edici, hür teşebbüsü engelleyen bir anlayış içermez. Atatürk, bu farklı anlayışı, Medeni Bilgiler kitabında şu şekilde belirtmiştir:
"Bizim takibini muvafık (uygun) gördüğümüz "devletçilik" prensibi bütün istihsal (üretim) ve tevzi (dağıtım) vasıtalarını fertlerden alarak milleti büsbütün başka esaslar dahilinde tanzim etmek gayesini takip eden ve hususi ve ferdi iktisadi teşebbüs ve faaliyetlerine meydan bırakmayan sosyalizm prensibine müstenit (dayalı) kollektivizm yahut komünizm gibi bir sistem değildir."


Atatürk'ün uyguladığı devletçilik sistemi, Türkiye'nin şartlarında doğmuştur; Türk Milletinin karakterine uygun bir sistemdir.

"Türkiye'nin tatbik ettiği devletçilik sistemi, 19 .asırdan beri sosyalizm teorisyenlerinin ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu Türkiye'nin şartlarından doğmuş Türkiye'ye has bir sistemdir. Devletçiliğin bizce anlamı şudur; Kişilerin özel teşebbüslerini ve şahsi faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin bütün ihtiyaçlarını ve çok şeyler yapılmadığı göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk vatanında asırlardan beri şahsi ve özel teşebbüslerle yapılamamış olan şeyleri bir an önce yapmak istedi; ve kısa zamanda yapmayı başardı. Bizim takip ettiğimiz bu yol, görüldüğü gibi liberalizmden başka bir yoldur."
Devletçilik ilkesiyle devlet; ülkenin birlik ve beraberliği için her türlü çalışmayı yapmak ve yaptırmakla mükellef kılınmıştır. Atatürk bu mükellefiyeti, yine kendi el yazılarında şöyle belirtmiştir:

"Milli gelirin dağılımında, daha mükemmel bir adalet vermek sarf edenlere daha yüksek refah sağlanması, milli birliğin korunması için şarttır. Bu şartı daima göz önünde tutmak, milli birliğin temsilcisi olan devletin önemli vazifesidir..
Halkın menfaatine hizmet eden müesseselerin, çoğaltılması devletin ehemmiyetle göz önünde tutacağı bir meseledir. Bu sayede sırf menfaatperest faaliyetler tahdit olunur. Bu hal vatandaşlar arasındaki ahlaki tesanüdün inkişafına yardım eden mühim bir amildir. Memlekette her nevi istihsalin (üretim) ziyadeleşmesi için, ferdi teşebbüsün devletçe elzem olduğunu ehemmiyetle kaydettikten sonra beyan etmeliyim ki "devlet ve özel teşebbüs birbirine karşı değil, birbirinin tamamlayıcısıdır."

http://ataturkkk.blogspot.com




Atatürk İlkeleri - Halkçılık

|

Eğer Halklar olmasaydı Cumhuriyet olmazdı. Halkçılık egemenlik hakkının halkta saklı olması ve demokrasi anlayışı ile iç içedir.



Atatürk, halkçılık ilkesiyle, sınıf ve zümre hakimiyetine son vermeyi esas almıştır.
"Atatürkçülükte halkçılık, sosyalizm ya da komünizm gibi zararlı olan akım ve ideolojelerdeki ifadeler dışında tamamen farklı bir mana taşır. Marksist-Leninist düşünceye bağlı olanlar millet anlayışı yerine halklar, halk idaresi yerine proleterya diktatörlüğü, Cumhuriyet yerine de tek partili muhalefetsiz bir parlamento ve halkın devlete köleliği esasını koymuşlardır."
Halkçılık uygulaması ile halk, kendi belirlediği yönetimiyle, tam bir demokrasi yöntemi gerçekleştirir. Bu ilkeyle, toplum içindeki sınıflar problemi ortadan kaldırılır; böylece, kişi ya da zümrelerin birbirleri üzerindeki tahakkümleri engellenmiş, herkes kanunlar ve hukuk yönünden eşit sayılmış, kişi hak ve özgürlüklerini hiçe sayan uygulamalar ortadan kaldırılmış olur. Çünkü Halkçılık ilkesine göre, herkes eşittir ve herkes halktır.
Afet İnan'ın Medeni Bilgiler kitabındaki, Atatürk'ün el yazmalarında, bu konu şöyle açıklanmıştır:
"Biz memleket halkı, kişi ve çeşitli sınıf mensuplarının birbirlerine yardımlarını aynı kıymet ve nitelikte görürüz. Hepsinin menfaatlerinin aynı derecede ve aynı eşitlik duygusu ile karşılanmasına çalışmak isteriz. Bu şeklin, milletin genel refahı, devlet bünyesinin sağlamlaştırılması için daha uygun olduğu kanaatindeyiz. Bizim düşüncemizde; çiftçi, çoban, amele, tüccar, sanatkar, asker, doktor, kısacası herhangi bir sosyal müessesede çalışan bir vatandaşın hak, menfaat ve hürriyeti eşittir. Devlete bu anlayış ile azami yardımcı olmak ve milletin güvenci ve iradesini yerinde sarf edebilmek, bizce, bizim anladığımız anlamda halk hükümeti idaresi ile mümkün olur."

Bu ilke etrafında milleti meydana getiren unsurlar, birbirlerinin haklarına saygılı ve yardımsever olarak, ortak bir geleceği yaşamak için halkı oluştururlar. Bunu da Atatürk şöyle ifade eder:
"Türkiye halkı ırkı veya dini ve kültürel yönden birleşmiş bir diğerine karşı, karşılıklı hürmet ve fedakarlık hisleriyle dolu ve kaderi ve geleceği ve çıkarları ortak olan bir toplumdur."
Yine Atatürk, Türk halkının çıkarlarının birarada yaşamayı gerektirdiğini, bu ortak çıkarların sınıfsal çatışmayı ortadan kaldırdığını belirtmiştir:
"Bizim halkımız çıkarları birbirinden farklı sınıf halinde değil; aksine varlıkları ve çalışmalarının sonuçları birbirine lazım olan sınıflardan ibarettir."

Atatürk ilkeleri içinde yer alan halkçılık, milli iradeyi ve bütünlüğü meydana getirir. Halkçılık, halk yönetimini savunduğunu iddia eden sosyalizm ve komünizm gibi ideolojilerden farklıdır; Türk Milletinin yapısına tam bir uyum gösterir. Atatürk bir demecinde halkçılığı, "Efendiler bizim hükümetimiz demokratik bir hükümet değildir. sosyalist bir hükümet değildir... Fakat milli hakimiyetini, milli iradeyi tecelli ettiren bir hükümettir. Fakat ne yapalım demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş! Efendiler biz benzememekle ve benzetmemekle iftihar etmeliyiz çünkü biz bize benziyoruz" diyerek açıklamıştır.
Atatürkçülük'te halkçılık, Türk'ün karakterine tam bir uyum sağlar; Türk'ün şartlarına göre yapılandırılmıştır. Halkçılıkta, halkla berber, halk için bir uygulama söz konusudur. Kanunlar önünde eşit olan halkın kendi sorumluluğu da bellidir: Milleti meydana getiren halk, sosyal işlerin görülmesi için çalışmak zorundadır. Çalışıp topyekün ilerleme sağlanarak, milletin geleceği teminat altına alınmış olur. Bir kesim çalışıp bir kesim de onları sömürme yoluna girerse, toplum içindeki sosyal barış bozulur. Atatürk, Halkçılık ilkesi doğrultusunda, medeni ülkeler seviyesine çıkmak için, Türk Milletinin topyekün bir çalışma programı uygulaması gerektiğini bizlere şu şekilde belirtmiştir:

"Ne olduğumuzu bilelim. Kurtulmak, yaşamak için çalışmaya mecbur olan bir halkız. Bundan dolayı her birimizin hakkı vardır, yetkisi vardır. Fakat çalışmak sayesinde bir hakkı kazanırız. Yoksa arka üstü yatmak ve hayatını çalışmaktan uzak geçirmek isteyen insanların bizim toplumumuz içinde yeri yoktur. O halde... halkçılık toplum düzenini çalışmaya hukuka dayandırmak isteyen bir toplum sistemidir."
Türk Milletinin medeni ülkeler seviyesine çıkabilmesi, kendi geleceğine sahip olmasına, fertlerin ve toplumun bütün kurum ve kuruluşlarıyla bu ilkeye sahip çıkarak yönetimi en iyi şekilde kullanmasına bağlıdır.

http://ataturkkk.blogspot.com




Atatürk İlkeleri - Milliyetçilik

|

Atatürk Milliyetçiliği ayrımcılıktan çok bütünleştirici özelliğe sahiptir.


Milliyetçilik; Mustafa Kemal Atatürk'ün bizlere miras bıraktığı Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin bir arada durmasını sağlayan temel ilkelerden biridir. Atatürk, milletin içine düştüğü o karanlık günlerde, birlik ve beraberliği kurmaya çalışmış, istiklal mücadelesini 'milliyetçilik' etrafında tesis etmiştir.

Mustafa Kemal, kimilerinin manda yönetimiyle İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri'ne bağlanıp kurtulma çareleri aradıkları zamanlarda, bütün bu düşüncelerin aksine, sadece Türk Milletine ve onun yüksek bağımsızlık karakterine güvenmiştir.

Atatürk, istiklal mücadelesini Türk milliyetçiliği prensibi üzerine kurarak başlattığını, 1937 yılında Ankara Halkevi'nde yapmış olduğu bir konuşmada şöyle belirtmiştir:

"Ben 1919 senesi Mayısı içinde Samsun'a çıktığım gün, elimde maddi hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız Türk Milletinin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek manevi bir kuvvet vardı. İşte ben bu milli kuvvete, bu Türk Milletine güvenerek işe başladım"

Yine Büyük Atatürk, bu şevk, heyacan ve birliktelikle kurulan Cumhuriyet'in ilelebet yaşaması konusunda, milliyetçilik prensibinin önemini şu şekilde belirtir;
"Bir millet diğer milletlere nispetle tabii veya mükteseb (sonradan) hususi karakterler sahibi olması, diğer milletlerden farklı bir uzviyet teşkil etmesi, ekseriya onlardan ayrı olarak onlara muvazi inkişafa sai bulunması keyfiyetine milliyet prensibi denir.

Bu prensibe göre, her fert ve millet kendi hakkında hüsniniyet, topraklarına bizzat kayıtsız tesahup (sahip çıkma) talep etmek hakkına ve hürriyetine maliktir. Bu düstur bize hangi milletlerin hür, hangilerinin hürriyetinden şu veya bu şekilde mahrum olduklarını yani millet namını taşımaya layık olmadıklarını kolaylıkla gösterir."

Bir milletin teşekkülü için, öncelikle belirli şartların biraraya gelmesi lazımdır. Atatürk, bu şartları şu şekilde sıralamıştır:
"a- Siyasi varlıkta birlik,
b- Dil birliği,
c- Yurt birliği,
d- Irk menşei birliği,
e- Tarihi karabet (yakınlık),
f- Ahlaki karabet

Türk Milletinin teşekkülünde mevcut olan bu şartların hepsi birden diğer milletlerde yok gibidir."

Büyük Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yukarıdaki maddeleri benimseyen ve bu doğrultuda "Ne Mutlu Türk'üm" diyen herkesin Türk Milletinin mensubu olduğunu belirtir:

"Millet dil, kültür ve ideal birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu bir siyasi ve içtimai heyettir"

Yine başka bir ifadesinde Atatürk: "Türk milliyetçiliği, terakki ve inkişaf yolunda ve beynelminel temas ve münasebetler de bütün muasır milletlere muvazi ve onlara bir ahenkte yürümekle beraber Türk içtimai heyetinin hususi seciyelerini ve başlı başına müstakil hüviyetini mahvuz tutmaktır" diye belirtmiştir.

Yukarıdaki sözlerden de anlaşılacağı gibi, Atatürkçü Türk milliyetçiliğinde asıl hedef; her sahada ilerlemenin tamamlanması ve medeni ülkelerle aynı seviyede yürünmesidir. Fakat Türk, bunları yaparken kendi yüksek karakterinden ve benliğinden taviz vermeyecektir. Bu, milli kültürün etrafında, milli birlik ve beraberlik çerçevesi içinde gerçekleşecektir. Eğer milli beraberlik ihdas edilemezse, bölücü unsurlar, ülke bütünlüğüne zarar verir duruma gelecektir.
"Bizim milletimiz, milliyetinden habersiz oluşunun çok acı cezalarını gördü.

Osmanlı İmparatorluğu dahilindeki çeşitli kavimler, hep milli esaslara sarılarak milliyet duygusunun kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Kuvvetimizin zaafa uğradığı anda bizi tahkir ettiler, aşağıladılar. Anladık ki kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvela bizim kendi benliğimize ve milliyetimizi bu hürmeti, hissen, fikren, fiilen bütün hareketlerimizle gösterelim; bilelim ki milli benliğini bulamayan milletler, başka milletlerin avıdır."

Mustafa Kemal Atatürk, Türk Milletinin kendi varlığını sürdürebilmesi için milliyet bağıyla sımsıkı kenetlenmesi gerektiğini şöyle belirtir:
"Milletin varlığını sürdürmek için fertleri arasında düşündüğü ortak bağlar, asırlardan beri gelen şekil ve mahiyetini değiştirmiş, yani millet, dini ve mezhebi bağ yerine Türk milliyeti bağıyla fertlerini toplamıştır."

Atatürk milliyetçiliği "Ne Mutlu Türk'üm Diyene" sözü ışığında, ülkesinin refahı ve istikbali için çalışan, milli birlik ve beraberlik etrafında toplanan herkesi din, dil, ırk ayrımı gözetmeden kabul eder.

Atatürk'ün milliyetçilik esasında, ırk bağı üstünlüğünü savunan, şovenist, kafatasçı ve Türk Milletinin yüksek karakterine uyum göstermeyen, Türk'ü yıkmaya çalışan faşizm, komünizm gibi zararlı akım ve ideolojilere de yer yoktur. Atatürk bu konuyu şu sözleriyle bizlere bildirir:

"Komünizm içtimai bir meseledir. Memleketimizin hali, memleketimizin içtimai şeraiti, dini ve milli ananelerinin kuvveti, Rusya'daki komünizmin bizce tatbikine müsait olmadığı kanaatini teyid eder bir mahiyettedir."

"Bizim bakış açımız, bizim prensiplerimiz cümlece malumdur ki bolşevik prensipleri değildir ve bolşevik prensiplerini milletimize kabul ettirmek için şimdiye kadar hiç düşünmedik ve teşebbüste bulunmadık."

Atatürk milliyetçiliği, Türk'ün yüksek karakterinden gelen üstün ahlakıyla, diğer milletlerin yaşama hakkına, onların bağımsız ve hür iradelerine saygılıdır.
14 Ağustos 1920 tarihinde sorulan bir soruya Atatürk, "Bize milliyetçi derler. Fakat biz öyle milliyetçileriz ki bizimle birlikte çalışan bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların bütün milliyetlerinin gereklerini tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz herhalde bencil ve marurane bir milliyetçilik değildir" diye cevap verir.

Atatürkçü Türk milliyetçiliğinde, milletin, baskı şiddet ve tahakküm altında yönetilmesine yer yoktur; Türk'ün yüksek karakterinden doğan barışseverliği, milliyetçilik ilkesinde de kendini gösterir:

"İnsanları mutlu edeceğim diye onları birbirine boğazlatmak insani olmayan ve son derece üzücü olan bir sistemdir. İnsanları mutlu edecek tek vasıta onları birbirine yaklaştırarak onlara birbirlerini sevdirerek karşılıklı maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılamaya yarayan hareket ve enerjidir. Dünya barışı içinde insanlığın gerçek mutluluğu ancak bu yüksek ideal yolcularının çoğalması ve başarılı olmasıyla mümkün olacaktır."

Türk milleiyetçiliği, insancıl yönüyle bütün dünya milletlerine örnek olmaktadır. Türk Milletinin ahlaki yapısı, onun karakterinde önemli bir yer tutar. Türk ahlakı, milli değerlerin ve milli birliğinde oluşmasında da etkilidir. Atatürk, Afet İnan'a yazdırdığı Medeni Bilgiler kitabında, "Türk Milletinin ortak görünen bir hali vardır. Gerçekten dikkat edilirse Türklerin aşağı yukarı ahlakları hep birbirine benzer. Bu yüksek ahlak hiçbir milletin ahlakına benzemez. Ahlakın bir milletin meydana gelmesinde yeri çok büyüktür önemlidir" demektedir.

Atatürk milliyetçiliği ilkesi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları dışında kalan Türkleri de benimser ve kardeş sayar. Bu anlamda, kültür birliğinin sağlanması için onlarla bağlantılar kurar. Fakat bu noktada, herkesin bulunduğu ülke sınırları içinde yükselmesini ve Türk karakterinin yüksek özelliklerini sergilemesini de ister. Atatürk bu konuda şunları söylemektedir:

"Türkiye dışında kalmış Türkler, önce kültür meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük davasını böyle uygun bir ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türklerinin dil ve kültürlerini dahi ihmal etmiyoruz."

http://ataturkkk.blogspot.com




Atatürk İlkeleri - Cumhuriyetçilik

|

Cumhuriyetçilik, milli hakimiyete dayanan, çağdaş ve demokratik idareyi amaç edinen bir yönetim prensibidir. Bu ilke, devlet düzeni ve yönetiminde, belirli şahısların veya zümrelerin hakimiyetinin önlenmesi noktasında en sağlam teminattır. Öyle ki, bu ilke yara aldığında, artık milletin gerçek "hakimiyeti"nden söz etmek mümkün olmaz.


Cumhuriyetçilik, milli hakimiyete dayanan, çağdaş ve demokratik idareyi amaç edinen bir yönetim prensibidir. Bu ilke, devlet düzeni ve yönetiminde, belirli şahısların veya zümrelerin hakimiyetinin önlenmesi noktasında en sağlam teminattır. Öyle ki, bu ilke yara aldığında, artık milletin gerçek "hakimiyeti"nden söz etmek mümkün olmaz.
" ...Cumhuriyetimiz öyle zannolunduğu gibi zayıf değildir. Cumhuriyet bedava da kazanılmış değildir. Bunu istihsal (elde etmek) için mebzulen (çok) kan döktük. Her tarafa kırmızı kanımızı akıttık. İcabında müessesatımızı müdafaa için lazım olanı yapmaya amadeyiz." 2
Atatürk, Milli Mücadele döneminde ve sonrasında, milletin hiçbir sınıra ve baskıcı uygulamaya bağlı kalmadan, tam bağımsız bir yapıya sahip olmasını istemiş ve halk yönetimini savunmuştur. Bu bakımdan Cumhuriyetçilik ilkesini, 'milli hakimiyet' prensibi ile birleştirmiş ve "Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir" diyerek, bu düşüncesini en açık bir biçimde ifade etmiştir.
Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara'da kurulan hükümet sistemi, resmi adı Cumhuriyet olmamasına rağmen, aslında fiilen bir cumhuriyetti. Çünkü, halkın seçtiği bir temsilciler meclisi ile bu meclis denetiminde ülkeyi yöneten bir hükümet vardı. Kurtuluş Savaşı'ndan sonra, Türk Devletinin yönetim şekli kesinlik kazandı; 29 Ekim 1923'te, Cumhuriyet resmen ilan edildi.
Cumhuriyet'in ilanından sonra ilk olarak, 1924 Anayasası'nın 1. Maddesine "Türkiye devleti bir Cumhuriyet'tir" hükmü konuldu. Daha sonra da, 1961 ve 1982 Anayasaları'nda bu hüküm korunmakla beraber, 1. Maddenin değiştirilemeyeceği, değiştirilmesinin de önerilemeyeceği hükmü getirildi

Anayasalar ile korunma altına alınan ve milli hakimiyet anlayışının bir sonucu olarak ortaya çıkan Cumhuriyet idaresinin önemi, Atatürk'ün şu sözlerinden de anlaşılmaktadır:
"Türk Milletinin tabiat ve şiarına (karakter ve adetlerine) en mutabık olan idare, Cumhuriyet idaresidir"
"Cumhuriyet, yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir."
"Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir."

Yine Atatürk'e göre, Cumhuriyet anlayışında, düşünce serbestliği vazgeçilemeyecek prensiplerdendir.

"En büyük hakikatler ve terakkiler, fikirlerin serbest ortaya konması ve teati edilmesi ile meydana çıkar ve yükselir." 6
Ancak Atatürk'e göre "serbest düşüncenin" kendine has bir sınırı vardır. Mustafa Kemal Atatürk, Afet İnan'a söyleyip yazdırdığı Medeni Bilgiler kitabında, bizzat kaleme aldığı "hürriyet" bölümünde şunları yazmıştır: "Hürriyet, insanın, düşündüğü ve dilediğini mutlak olarak yapabilmesidir." Mustafa Kemal Atatürk, düşünce-eylem serbestliğinin sınırlarının, devletin ve milletin menfaatlerini tehlikeye sokmayacak, onları koruyacak şekilde olması gerektiğini aşağıdaki şu sözleriyle belirtmiştir:
"Ferdin birinci hakkı, tabii kabiliyetlerini serbestçe inkişaf ettirebilmesidir. Bu inkişafı temin için ise, en iyi vasıta, ferde diğerinin muadil (benzer) hakkını ızrar (zarar) etmeksizin, tehlike ve zarar kendine ait olmak üzere, ona kendi kendini istediği gibi sevk ve idare etmeye müsaade etmektir...Bu haklara hürmet etmeyen siyasi cemiyet esaslı vazifesinde kusur etmiş olur, ve devlet mevcudiyetinin hikmetini kaybeder...


TBMM'nin 23 Nisan'daki açılış gününün "Milli Bayram" sayılması ve her yıl kutlanması için 1921'de bir yasa kabul edilmiştir. Sonradan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı adlarını alan bu bayramın dördüncüsü 23 Nisan 1924'te kutlanmıştır. Gazi Mustafa Kemal Paşa da o günkü bayrama ilk kez "reisicumhur" olarak katılmıştır.


Ferdi hürriyeti düşünürken, her ferdin nihayet bütün milletin müşterek menfaati ve devlet mevcudiyeti göz önünde bulundurmak lazımdır. Anlaşılıyor ki ferdi hürriyet mutlak olamaz. Diğerinin hak ve hürriyeti milletin müşterek menfaati, ferdi hürriyeti tahdit (sınır) eder. Ferdi hürriyeti tahdit, devletin de adeta esası ve vazifesidir.... aynı zamanda bütün hususi faaliyetleri, umumi ve milli maksatlar için, birleştirmekle mükelleftir... çünkü ferdi hürriyet derecesi, devlet faaliyetlerini zafa düşürmemek lazımdır. Devletsiz bir cemiyet, veyahut zayıf bir devlet hayatının neticesi, herkesin herkese karşı mücadelesidir. Bu mücadele ekseriyetin hürriyetini bozmayacak surette, tadil (uygun) olunmak lazımdır...Devlet sanatı işte budur. Bu sanatta isabetin derecesi hürriyetlerin hudutlarını çizen konuda görülebilir. Çünkü "bu hudut kanun marifetiyle tesbit ve tayin edilir" her halde, vatandaşların, umumi hürriyet ve saadeti için fertlerden, ancak devlet için zaruri olan bir kısım hürriyetlerinin bırakılması istenebilir."

Atatürk, zorlu yollardan geçilerek ve çok kan kaybedilerek kurulan Cumhuriyet'in iç ve dış düşmanlara karşı koruma ve kollama güvencesini de yine çok güvendiği Türk Milleti ve Türk Ordusuna bırakmıştır:

" Türkiye Cumhuriyeti yalnız iki şeye güvenir. Biri millet kararı, diğeri en üzücü ve güç şartlar içinde dünyanın takdirlerine hakkıyla layık olma niteliğini kazanan Ordumuzun kahramanlığı, bu iki şeye güvenir."

Atatürk, Türk Devletinin geleceğinin teminatı olan ilkelere yönelik dış ve iç saldırılara, Türk Milletinin Cumhuriyet'ten aldığı güçle karşılık vereceğini şu sözleriyle belirtmiştir:
" Temeli büyük Türk Milletinin ve onun kahraman evlatlarından mürekkep büyük Ordumuzun vicdanında akıl ve şuurunda teessüs (esaslanmış) etmiş olan Cumhuriyetimizin ve milletin ruhundan mülhem (ilham edilmiş) prensiplerimizin bir vücudun izalesi (yok edilmesi) ile haleldar (bozukluk) olabileceği zehabında bulunanlar, çok zayıf dimağlı bedbahtlardır. Bu gibi bedbahtların, Cumhuriyet'in adalet ve kudret pençesinde müstahak oldukları muameleye maruz kalmaktan başka nasipleri olamaz. Benim naciz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebed payidar olacaktır. Ve Türk Milleti emniyet ve saadetini zamin prensiplerle medeniyet yolunda, tereddütsüz yürümeye devam edecektir."
Cumhuriyetimizin kurucusu Büyük Atatürk, başka bir konuşmasında da, bu düşmanca hareketlerin Türk Milletinin 'amansız kahrı' altında darmadağın olacağını belirtmiştir:
"Bundan sonra yalnız bir şey varid-i hatır olabilir. O da bazı adi politikacıların, hasis menfaatperestlerin o vehim ve hayali uyandırmaya çalışması o yüzden tatmin-i hırs ve menfaat düşüncesinden ibarettir. Temin ederim ki, bu gibiler her ne şekil, suret ve vesile ile olursa olsun, mevcudiyetlerini ihsas ettikleri gün, Türk Milletinin amansız kahrına hedef olmaktan kurtulamayacaklardır."

http://ataturkkk.blogspot.com




Atatürk İlkeleri'ne Genel Bakış

|

Atatürk ilkelerine genel bir yaklaşım.

Mustafa Kemal, askeri görevleri ve katıldığı savaşlar neticesinde, ülkesini ve insanlarını çok iyi gözlemlemiş; kendisinden önceki yöneticiler gibi, yapılmaya çalışılan yenilik hareketlerinde, ne ülke insanından uzak kalmış, ne de 'halkın üstünde' bir tavır takınmıştır. Türk Milletine inanan ve Türk'ün yüzyıllardır bastırılmış olan karakterini ortaya çıkaran Atatürk; bu inançla ilkelerini uygulamaya koymuş ve başarılı olmuştur. Atatürk bu durumu, şu sözleriyle anlatmıştır:


"Arkadaşlar mazide, en büyük felaketleri ihzar (hazırlayan) eden bir mazide, çok derin mazilerde dahi, Türk Milletini benliğinden çıkaran bir teşkilat vardı ki, ona devlet ve hükümet teşkilatı derlerdi. Millet, hükümet teşkilatının zahiren esiri idi. Bu onun manzarai zahiriyesi (görünen manzarası) idi. Halbuki Türk, esaret kabul etmeyen bir Millettir, Türk Milleti esir olmamıştır.

Yalnız hükümet başka bir vaziyette kalmış, millet de hükümete bigane (yabancı) ve ondan müteneffir (nefret eder) bir vaziyette kalmıştır. İşte bunun için çok felaketler oldu. Fakat bunların tecelliyatı maddiyesi (meydana gelişleri) devlet, hükümet teşkilatı üzerinde oldu. Mahvolan devletler idi ve devlet ölmüştür. Fakat Türk Milleti görüyorsunuz ki, daha kuvvetli, daha şerefli olarak yaşamakta berdevamdır. Bugünkü hükümetimiz, teşkilatı Devletimiz doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir teşkilatı devlet ve hükümettir ki, onun adı Cumhuriyet'tir. Artık hükümet ile millet arasında mazideki ayrılık kalmamıştır... Artık hükümet ve hükümet mensupları kendilerinin milletten gayrı olmadıklarını ve milletin efendi olduğunu tamamen anlamışlardır..."

http://ataturkkk.blogspot.com




Atatürk'ün Tabutu Açılırken

|

Kefen sıyrıldı Özel solüsyonla ıslatılmış pamuk kitlesi kaldırılınca Ata'nın yüzü ortaya çıktı. Derisi kahverengi bir hal almış, ama hatları bozulmamıştı. anki uyuyordu...


8 Kasım 1953 Pazar gecesi saat 23.00'da Prof. Dr. Kamile Şevki Mutlu'nun ev telefonu çaldı. Prof. Mutlu, Ankara Tıp Fakültesi Histoloji ve Embriyoloji Kürsüsü Başkanı'ydı.Patalogdu. Arayan ise Ankara Valisi Kemal Aygün'dü...

Aygün, "Hocam" dedi, "10 Kasım günü Atamızın naaşını Anıtkabir'e taşıyacağız. Bunun için bir komite kurduk. Naaşı geleneklere uygun olarak toprağa defnedeceğiz. Ancak bozulmadan korunduğunu belgelemek için muayene etmenizi rica ediyoruz."

Prof. Mutlu önce reddetti. Mutlu, o sırada 40 derece ateşle yatıyordu. Hastalığını gerekçe göstererek bu görevi bir başka meslektaşının yapmasını rica etti.Ancak Vali Aygün ısrarcıydı: "Ben sizi sarar sarmalar götürürüm, bu tarihi bir görev" dedi. Mutlu kabul etti ve 9 Kasım sabahı Etnografya Müzesi'ne gitti. Başbakan Adnan Menderes oradaydı. Meclis Başkanı Refik Koraltan ve eski başkan Abdülhalik Renda da... Mutlu, görevden affını istemekle ne büyük hata ettiğini o zaman anladı. Gerçekten tarihi bir tanıklıktı bu...

Ata'nın gül ağacından tabutu, 4 Kasım günü, geçici kabrinden çıkarılıp müzenin holündeki mermer katafalka konulmuştu. Bir hafta boyunca sırayla öğrenciler, subaylar ve generaller katafalk başında nöbet tutmuştu. Nihayet tabutun açılma günü gelip de komite üyeleri tamam olunca Prof. Kamile Mutlu "Başlayın" talimatını verdi. Bunun üzerine tabutun vidaları söküldü. Tahta tabutun içinde madeni bir sanduka bulunuyordu. Bu sandukada gaz birikmiş olma ihtimali düşünülerek önce bir burgu ile delik açıldı. Gaz ya da koku çıkmadı.Sanduka talaş doluydu. Sandukanın içi, muhafaza solüsyonu ile ıslatılmış tahta talaşı doluydu. Bu talaş, naaşın ayak yönüne doğru toplandı. Talaşın arasında, ağzı kapalı ve içi sıvı dolu bir şişe bulundu. Bu,cesedi muhafaza için kullanılan solüsyondan bir numuneydi. Üzerinde terkibi yazılıydı. Ata'nın naaşı beyaz kefene sarılmış, sonra kahverengi bir muşambayla kaplanmıştı.

Sargıları açmaya başladılar. Herkes nefesini tutmuştu. Çünkü, "Naaş çürüyüp bozulmuş, çıkan gazlar tabutu patlatmış, nöbetçi er, kokudan bayılmış" diye bir sürü söylenti geziniyordu. Ve 15 yıl sonra ilk kez Ata'nın yüzünü göreceklerdi.Kefenin sargıları aralanınca Prof. Kamile Şevki Mutlu, orada bulunanların yardımıyla katafalka çıktı ve Atatürk'ün yüzüne baktı. Ata'nın derisi kahverengi bir hal almış, ama yüz hatları bozulmamıştı. Menderes sapsarı olmuştu.

Prof. Mutlu, gördüğü tabloyu daha sonra şöyle anlatacaktı:"Yüzünü örten ıslak pamuk kitlesi kaldırılınca Ata'nın heykel gibi duran yüzü bile karşılaştım. Uzun sarı saçlarından ince bir tutam, sol göz kapağının üzerine düşmüştü. Atatürk, Dolmabahçe Sarayı'ndaki yatağında uyuyor gibiydi." Prof. Mutlu, kenarda bekleyen komite üyelerini tabutun başına çağırdı. Onlar da tek tek tabutun içine baktılar.En başta Başbakan Adnan Menderes vardı. Koyu renk takım elbisesi içindeki Menderes de yanındakilerin yardımıyla katafalka çıktı,ürkek bir şekilde aşağı, tabuta doğru baktı. O an ne olduğunu Prof. Kamile Mutlu'dan aktaralım: "Menderes çok heyecanlandı.Rengi sapsarı oldu. Bir de baktım ki, müzenin kapısına doğru gidiyor. Atatürk'ün yüzüne bakmadı. Tahmin ediyorum, kendinde o kuvveti bulamadı. En sona Abdülhalik Renda kalmıştı. O da Ata'yla karşı karşıya gelir gelmez tabutun yanına yığılıverdi.

Salondaki herkes Atatürk'ü tek tek gördükten sonra naaş, tekrar solüsyonla ıslatıldı. Ata'nın başı pamuklarla örtüldü ve vücudu beyaz kefenle sarıldı. Bu sırada bir komiser,orada görevli adli tıp doçenti Dr.Cahit Özen'in yanına yaklaşıp avucunda taşıdığı bir kâğıdı gösterdi ve şöyle dedi:"Bu kâğıdı, Atatürk'ün hemşiresi Makbule Hanım gönderdi.Kefenin içine Atatürk'ün göğsü üstüne konmasını istiyor."Doç. Özen, kâğıda bir göz attı. Eski Türkçe bir şeyler yazılıydı. "Böyle bir kâğıdı Atatürk kabul etmez. Bize kızar, darılır" dedi. Komiser kâğıdı katlayıp cebine koydu ve uzaklaştı.

Bütün işlemler bittikten sonra salonda bulunanlar naaşın iki yanından geçip hep bir ağızdan besmele çektiler ve cesedi yeni tabuta yerleştirdiler. Bu tabut da 15 yıl içinde yattığı büyük gül ağacı tabutun içine konuldu. Üzeri bayrakla örtüldükten sonra kapağı kapatıldı. Ve 10 Kasım sabahı, Ata'nın naaşı 15 yıl önce onu Dolmabahçe'den Ankara'ya taşıyan top arabasına yerleştirilip son durağı olacak Anıtkabir'e taşındı. Artık ebediyen orada kalacaktı... Atatürk'ün tabutu, Menderes'in huzurunda açılmıştı Ata'nın 15 yıl Etnografya Müzesi'nde bekletilen naaşı,12 askerin omuzları üzerinde oradan alınmış ve 136 Asteğmenin çektiği bir top arabası ve matem marşı eşliğinde Anıtkabir'e taşınmıştı. Radyodan naklen yayımlanan o görkemli tören, en az 15 yıl önceki kadar hüzünlüdür. Ancak o törenden hemen önce yaşananlar, tarihçilerin pek ilgisini çekmemiştir.

Bilindiği gibi, Anıtkabir yapılana dek, Atatürk'ün naaşının korunabilmesi için "tahnit" denilen bir işlem yapılmıştı. Gülhane Patolojik Anatomi profesörü Dr. Lütfi Aksu tarafından gerçekleştirilen bu işlem sırasında naaşa, şırıngayla özel bir formül enjekte edilmiş ve üzerine formüllerin yapıştırıldığı iki küçük ilaç şişesi, Ata'nın koltuk altlarına yerleştirilmişti. Bu işlem sayesinde Ata'nın naaşı da -diyelim bugün Lenin'in mozolesinde olduğu gibi öldüğü günkü haliyle korunabilirdi.

Ancak İslam dini, ölünün defnini şart koştuğundan,geçici tahnitin bozulması şarttı. Nakilden önce, bu işlem için bir komite kuruldu. O komite,törenden bir gün önce, Başbakan Adnan Menderes'in huzurunda Atatürk'ün tabutunun açılmasını kararlaştırdı.Tabut açılınca tahnit bozulacak ve ceset çürümeye başlayacaktı.Bir başka deyişle Atatürk'ün (mumyalanmış gibi) korunmuş naaşını son görenler, o törene katılanlar olacaktı. Atatürk'le ilgili belgesel çalışmaları sırasında o törene katılanların bir kısmıyla konuşmuştuk. Bu yazıda yer alan bilgilerin bir kısmı o tanıklıklara, önemli bir bölümü ise değerli Atatürk araştırmacısı Prof. Dr. Utkan Kocatürk'ün, Prof.Dr. Kamile Şevki Mutlu ile yaptığı sohbetten aktardıklarına dayanıyor. Ata'nın yarım asır önceki son yolculuğu, sanırım bu ayrıntılarla daha da ilginç bir boyut kazanıyor. Atatürk'ü son görenler anlatıyor: 'Yüzünde iki günlük sakal vardı' Osman Ersoy ve Halide İntepe, 10 Kasım 1953'te Etnografya Müzesi'nde asistan olarak çalışıyorlardı. O yüzden 50 yıl önceki o töreni ve tabutun içindeki Atatürk'ü son kez görme fırsatı buldular. İzlenimlerini şöyle anlattılar:

• OSMAN ERSOY: "Sağlığında görmemiştim Atatürk'ü... Korkunç heyecanlıydım. Biz çalışanlar, asistanlar, memurlar sıra ile katafalka çıktık. Oldukça sararmış ve küçülmüş bir çehre... 1 - 2 günlük sakalı vardı. Kaşları fevkalade iyi şekilde fark ediliyordu."
' Gözleri aralıktı'

• HALİDE İNTEPE: "Tabut kapanmadan en son gittim baktım. Başı yana doğru eğikti. Yüzü hiç bozulmamıştı. Azıcık sakalları çıkmıştı. Hani insan hasret giderek ölürse, gözleri aralık kalırmış ya, öyle aralıktı gözleri... Ama bir ölü yüzü yoktu. Uyuyor gibiydi.....

http://ataturkkk.blogspot.com




"Savarona" Atatürk'ün Yatı

|

Yıllarca Ata'ya hizmet etmiş, adı tarihe kazınmış bir yat, Savarona. Savarona bugüne kadar inşa edilen kraliyete ait olmayan en büyük yattır. Toplam uzunluğu 136 metre, direği 16 metre, iskeleti 6.1 metre ve en yüksek hızı 18 deniz mili, gezinti hızı ise 16 deniz milidir. Ana süitin yanı sıra 17 lüks süitin alanı ortalama 50 metre karedir.


Savarona, Brooklyn Köprüsü’nü inşa eden mühendis John Roebling’in kızı Emily Roebling Cadwallader tarafından hizmete sokuldu. Bayan Cadwallader Savarona’yı 1931’de Hamburg’da Blohm ve Voss tersanelerinde 4 milyon dolara mal etti.
Savarona Atlantik, Akdeniz ve Kuzey Afrika sularını geçti fakat Cadwallader onu yüksek dışalım vergisinden dolayı Amerika Birleşik Devletleri’ne sokamadı. Yatı satmaya karar verdi ve 1938 yılında Savarona Türk Hükümeti tarafından satın alındı.
Bu satış sırasındaki olaylar zinciri şaşırtıcıdır. 1938 yılında Kral VII. Edward İstanbul’u ziyaret etti ve o zamanki devlet yatı Ertuğrul’da Mustafa Kemal Atatürk’ün konuğu oldu. Bacadan dökülen kurum Majestelerinin beyaz pazenlerini öylesine kirletti ki Atatürk Ertuğrul’u hurdaya gönderdi ve yeni bir cumhurbaşkanlığı yatı araştırılması için emir verdi. Türk bayrağı Mart 1938’de Southampton’da Savarona’ya çekildi.

Yat, iki ay sonra bazı döşemeleri yenilendikten sonra Atatürk’ün ölümcül hasta olduğu sırada İstanbul’a geldi. Atatürk’ün Savarona’da geçirdiği altı hafta boyunca kabine toplantıları düzenlendi, Romanya Kralı Carol da dahil olmak üzere önemli konuklar, devlet başkanları ağırlandı. Atatürk, 10 Kasım 1938’de Dolmabahçe sarayında öldü.

Savarona, II. Dünya Savaşı sonrasında Türk Deniz Kuvvetleri’nin onu eğitim gemisi olarak kullanmasına kadar bir daha yelken açmadı. 1989 yılında Savarona’yı hurdaya çıkarma kararı alındı; ancak Kahraman Sadıkoğlu son dakika kararıyla yatı 49 yıllığına kiraladı ve Savarona’yı önceki görkeminden daha iyi bir hale kavuşturmak için çok çaba isteyen yeniden döşeme işine başladı. İçi Donald Starkey tarafından tasarlanan yatı yenilemek için 425 işçi yaklaşık üç yıl çalıştı. Savarona, bugün yolcusu olma ayrıcalığı kazananlara zarafeti ve lüksü yaşatarak bir kez daha dünya sularında seyretmektedir.

http://ataturkkk.blogspot.com




Atatürk Müzeleri - Ankara Anıtkabir

|

Ankara'daki Anıtkabir Müzesi ve Atatürk'ün anıt mezarı bir çok kişi için görülmesi gereken sembollerden birisi olmuştur. Yılın belli zamanlarında Ata'yı anmak ya da özel günler için destek almak amacıyla Anıtkabir ziyaretleri yapılır. Özellikle 10 Kasım günü Anıtkabir Ata'nın sevenleriyle dolup taşmaktadır.


I. ANITKABİR DÜŞÜNCESİ
Türk Kurtuluş Savaşı'nın ve Türk İnkılâplarının büyük önderi Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün, Türk vatanının bağımsızlığını kazanması için giriştiği savaş ve Türk milletini çağdaş uygarlık seviyesine ulaştırmak amacıyla gerçekleştirdiği inkılâplarla geçen yaşamı 57 yıl sürmüş ve Büyük Önder 10 Kasım 1938'de ebediyete intikal etmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye'yi bütün kurumları ile çağdaş uygarlığın bir üyesi yapan, insanlık tarihine mal olmuş büyük bir önderdir. O'nun yüceliğini her yönüyle temsil edecek, ilke ve inkılâpları ile çağdaşlaşmaya yönelik düşüncelerini yansıtacak bir anıtmezar yapma fikri, Atatürk'ü kaybetmenin derin hüznü içindeki Türk milletinin ortak isteği olarak belirmiş ve yapımına karar verilmiştir.

II. RASATTEPE (ANITTEPE)
Anıtkabir yapılmadan önce rasat istasyonu bulunması dolayısıyla Anıttepe'nin ismi Rasattepe idi.
Bu tepede, M.Ö 12. yüzyılda Anadolu'da devlet kuran Frig uygarlığına ait tümülüsler (mezar yapıları) bulunmaktaydı. Anıtkabir'in Rasattepe'de yapılmasına karar verildikten sonra bu tümülüslerin kaldırılması için arkeolojik kazılar yapıldı. Bu tümülüslerden çıkarılan eserler, Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde sergilenmektedir.

III. ANITKABİR'İN İNŞAASI
Anıtkabir projesinin belirlenmesinden sonra, inşaatın başlayabilmesi için ilk aşamada kamulaştırılma çalışmalarına başlandı. Anıtkabir'in inşaatı ise 9 Ekim 1944'de görkemli bir temel atma töreni ile başladı. Anıtkabir'in inşası 9 yıllık bir süre içinde 4 aşamalı olarak yapılmıştır.
Birinci Kısım İnşaat: 1944-1945
Toprak seviyesi ve aslanlı yolun istinat duvarının yapılmasını kapsayan birinci kısım inşaata 9 Ekim 1944'te başlamış ve 1945'te tamamlanmıştır.
İkinci Kısım İnşaat: 1945-1950
Mozole ve tören meydanını çevreleyen yardımcı binaların yapılmasını kapsayan ikinci kısım inşaat 29 Eylül 1945'te başlamış, 8 Ağustos 1950'de tamamlanmıştır. Bu aşamada inşaatın kâgir ve betonarme yapı sistemine göre, temel basıncının azaltılması göz önünde tutularak, anıt kütlesinin "temel projesinin" hazırlanması kararlaştırılmıştır. 1947 yılı sonuna kadar mozolenin temel kazısı ve izolasyonu tamamlanmış ve her türlü çöküntüleri engelleyecek olan 11 metre yüksekliğinde betonarme temel sisteminin demir montajı bitirilme aşamasına gelmiştir.
Giriş kuleleri ile yol düzeninin önemli bir kısmı, fidanlık tesisi, ağaçlandırma çalışmaları ve arazinin sulama sisteminin büyük bir bölümü tamamlanmıştır.
Üçüncü Kısım İnşaat: 1950
Anıtkabir üçüncü kısım inşaatı, anıta çıkan yollar, aslanlı yol, tören meydanı ve mozole üst döşemesinin taş kaplaması, merdiven basamaklarının yapılması, lahit taşının yerine konması ve tesisat işlerinin yapılmasını kapsıyordu.
Dördüncü Kısım İnşaat: 1950-1953
Anıtkabir'in 4. kısım inşaatı ise şeref holü döşemesi, tonozlar alt döşemeleri ve şeref holü çevresi taş profilleri ile saçak süslemelerinin yapılmasını kapsıyordu. Dördüncü kısım inşaat 20 Kasım 1950'de başlamış ve 1 Eylül 1953'te bitirilmiştir.
"Anıtkabir Projesi"nde mozolenin kolonat üstünde yükselen tonoz bir bölüm vardı. 4 Aralık 1951 tarihinde hükümet, şeref holünün 28 m.lik yüksekliğinin azaltılması ile yapının daha çabuk bitirilmesinin mümkün olup olmadığını mimarlara sordu.
Mimarlar yaptıkları çalışmalar sonunda şeref holünü taş bir tonoz yerine, bir betonarme tavan ile örtmenin mümkün olduğunu bildirdiler. Böylece tonoz yapının zemine vereceği ağırlık ve bunun doğuracağı teknik mahzurlar da ortadan kalkıyordu.
Anıtkabir yapımında beton üzerine dış kaplama malzemesi olarak kolay işlenebilen gözenekli, çeşitli renklerde traverten, mozole içi kaplamalarında ise mermer kullanılmıştır.
Heykel grupları, aslan heykelleri ve mozole kolonlarında kullanılan beyaz travertenler Kayseri Pınarbaşı İlçesi'nden, kulenin iç duvarlarında kullanılan beyaz travertenler ise Polatlı ve Malıköy'den getirilmiştir. Kayseri Boğazköprü mevkiinden getirilen siyah ve kırmızı travertenler tören meydanı ve kulelerin zemin döşemelerinde, Çankırı Eskipazar'dan getirilen sarı travertenler zafer kabartmaları, şeref holü dış, duvarları ve tören meydanını çevreleyen kolonların yapımında kullanılmıştır.
Şeref holünün zemininde kullanılan krem, kırmızı ve siyah mermerler Çanakkale, Hatay ve Adana'dan, şeref holü iç yan duvarlarında kullanılan kaplan postu Afyon'dan, yeşil renk mermer Bilecik'ten getirilmiştir. 40 ton ağırlığındaki yekpare lahit taşı Adana'nın Osmaniye İlçesi'nden, lahitin yan duvarlarını kaplayan beyaz mermer ise Afyon'dan getirilmiştir.

IV. ANITKABİR'İN MİMARİ ÖZELLİKLERİ
Türk mimarlığında 1940-1950 yılları arası, "II. Ulusal Mimarlık Dönemi" olarak adlandırılır. Bu dönemde daha çok anıtsal yönü ağır basan, simetriye önem veren, kesme taş malzemenin kullanıldığı binalar yapılmıştır. Anıtkabir bu dönemin özelliklerini taşımaktadır.
Bu dönem özellikleri ile birlikte Anıtkabir'de Selçuklu ve Osmanlı mimari özelliklerine ve süsleme öğelerine sıkça rastlanır.
Örneğin dış cephelerde, duvarların çatı ile birleştiği yerde kuleleri dört yandan saran Selçuklu taş işçiliğinde testere dişi olarak adlandırılan bordür bulunmaktadır. Ayrıca Anıtkabir'in bazı yerlerinde (Mehmetçik Kulesi, Müze Müdürlüğü) kullanılan çarkıfelek ve rozet denilen taş süslemeler Selçuklu ve Osmanlı sanatında da göze çarpmaktadır.
Bütün bu özellikleriyle yapıldığı dönemin en iyi örneklerinden biri olan Anıtkabir yaklaşık 750.000 m² lik bir alanı kaplamakta olup, Barış Parkı ve Anıt Bloku olarak iki kısma ayrılır.

A- BARIŞ PARKI
Anıtkabir; Atatürk'ün "Yurtta Sulh, Cihanda Sulh" özdeyişinden ilham alınarak, çeşitli yabancı ülkelerden ve Türkiye'nin bazı bölgelerinden getirilen fidanlarla oluşturulan Barış Parkı içinde yükselmektedir.
Afganistan, A.B.D., Almanya, Avusturya, Belçika, Çin, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hindistan, Irak, İngiltere, İspanya, İsrail, İsveç, İtalya, Japonya, Kanada, Kıbrıs, Mısır, Norveç, Portekiz, Yugoslavya ve Yunanistan'dan çeşitli ağaç ve fidanlar getirilmiştir. Bugün Barış Parkı'nda 104 ayrı türden yaklaşık 48.500 adet süs ağacı, ağaççık ve süs bitkisi bulunmaktadır.

B- ANIT BLOKU
Anıtkabir Anıt Bloku üç bölümden oluşmaktadır.
1- Aslanlı Yol
2- Tören Meydanı
3- Mozole

Anıtkabir'e Tandoğan kapısından girildiğinde Barış Parkı içerisinde uzanan yoldan Aslanlı Yol başındaki 26 basamaklı geniş merdivenlere ulaşılır. Merdivenin hemen başında karşılıklı olarak istiklal ve hürriyet kuleleri yer alır.

Anıtkabir yapı topluluğu içinde, simetri gözetilerek yerleştirilmiş olan on adet kule vardır. Bu kulelere ulusumuzun ve devletimizin oluşumunda büyük tesirleri olan yüce kavramları temsil eden isimler verilmiştir. Kuleler, plan ve yapı bakımından birbirinin benzeridir. Kareye yakın 12 x14 x7,20 m. boyutlarında dikdörtgen plan üzerine kurulmuş olan kulelerin üzeri piramit biçiminde çatılarla örtülüdür. Çatıların tepelerinde, eski Türk çadırlarında görülen tunç mızrak ucu vardır. Eski Türk kilim desenlerinden alınmış geometrik süslemeler, fresk tekniğinde uygulanmıştır.
Ayrıca kulelerin iç duvarlarında, o kulenin ismiyle ilgili bir kompozisyon ve Atatürk'ün özlü sözleri bulunmaktadır.

1. İSTİKLAL KULESİ
Aslanlı yolun sağ başındaki İstiklal Kulesi'nin iç duvarlarında bulunan kabartmada, ayakta duran ve iki eliyle kılıç tutan bir gencin yanında bir kaya üzerine konmuş kartal figürü görülmektedir. Kartal, mitolojide ve Selçuklu sanatında gücün, istiklâl ve bağımsızlığın sembolü olarak tasvir edilmiştir. Kılıç tutan genç ise istiklali savunan Türk milletini temsil etmektedir. Kabartma Zühtü Müridoğlu'nun eseridir.
Ayrıca kule duvarlarında yazı bordürü olarak Atatürk'ün istiklalle ilgili şu sözleri yer almaktadır:
"Ulusumuz en korkunç yok oluşla son buluyor gibi görünmüşken, tutsak edilmesine karşı evladını ayaklanmaya davet eden atalarının sesi, kalplerimiz içinde yükseldi ve bizi son Kurtuluş Savaşı'na çağırdı." (1921)
"Hayat demek savaşma, çarpışma demektir. Hayatta başarı kesinlikle savaşta başarı kazanmakla mümkündür." (1927)
"Biz hayat ve bağımsızlık isteyen ulusuz ve yalnız ve ancak bunun için hayatımızı hiçe sayarız." (1921)
"İnsaf ve merhamet dilenmek gibi bir prensip yoktur. Türk ulusu, Türkiye'nin gelecekteki çocukları, bunu bir an hatırdan çıkarmamalıdırlar." (1927)
"Bu ulus bağımsızlıktan yoksun olarak yaşamamıştır, yaşıyamaz ve yaşamıyacaktır, ya istiklal ya ölüm." (1919)
Kulenin içinde ise Anıtkabir maketi ile Anıtkabir'i tanıtıcı ışıklı panolar bulunmaktadır.

2. HÜRRİYET KULESİ
Aslanlı Yol'un sol başında bulunan Hürriyet Kulesi içindeki kabartmada; elinde kağıt tutan melek figürü ile meleğin yanında şaha kalkmış bir at tasvir edilmiştir. Melek figürü bağımsızlığın kutsallığını, elindeki kağıt "Hürriyet Beyannamesi"ni sembolize etmektedir. At figürü ise hürriyet ve bağımsızlık sembolüdür. Kabartma Zühtü Müridoğlu'nun eseridir.
Kule duvarlarında Atatürk'ün hürriyet ile ilgili şu sözleri yazılıdır.
"Esas, Türk ulusunun saygın ve onurlu bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu esas ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla sağlanabilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak olmak durumundan yüksek bir işleme hak kazanamaz." (1927)
"Bence, bir ulusta şerefin, onurun, namusun ve insanlığın sürekli olarak bulunabilmesi kesinlikle o ulusun özgürlük ve bağımsızlığına sahip olabilmesiyle mümkündür."
"Özgürlüğün de, eşitliğin de, adaletin de dayandığı ulusal egemenliktir."
"Bütün tarihsel yaşantımızda özgürlük ve bağımsızlığa sembol olmuş bir ulusuz."
Kule içinde Anıtkabir'in inşaat çalışmalarını gösteren fotoğraf sergisi ve inşaatta kullanılan taş örnekleri bulunmaktadır.

3. KADIN HEYKEL GRUBU
İstiklal kulesinin önünde, ulusal giysiler giymiş üç kadından oluşan bir heykel grubu vardır. Bu kadınlardan kenarlardaki ikisi yere kadar uzanan kalın bir çelenk tutmaktadır. Başak demetlerinin meydana getirdiği çelenk bereketli yurdumuzu temsil etmektedir. Soldaki kadın, ileri uzattığı elindeki kapla Atatürk'e tanrıdan rahmet dilemekte, ortadaki kadın eliyle yüzünü kapamış ağlamaktadır.
Bu üçlü grup, Türk kadınlarının Atatürk'ün ölümünün derin acısı içinde bile gururlu, ağırbaşlı ve azimli oluşunu dile getirmektedir. Heykel grubu Hüseyin Özkan'ın eseridir.

4. ERKEK HEYKEL GRUBU
Hürriyet Kulesi'nin önünde üç erkekten oluşan heykel grubu vardır. Sağdaki erkek başında miğferi ve kalın kaputu ile Türk askerini temsil ederken, onun yanında elinde kitabı ile Türk gençliğini ve aydın insanı, biraz gerisinde ise yerel kıyafetlerle Türk köylüsü temsil edilmiştir. Her üç heykelin yüzünde derin acı ile Türk milletinin kendine özgü ağırbaşlılığı ve yüksek irade gücü dile getirilmiştir. Heykel grubu, Hüseyin Özkan'ın eseridir.

5. ASLANLI YOL

Ziyaretçileri Atatürk'ün yüce huzuruna hazırlamak için yapılmış olan 262 m. uzunluğundaki yolun iki yanında oturmuş pozisyonda 24 aslan heykeli bulunmaktadır. Atatürk'ün Türk ve Anadolu tarihine verdiği önem sebebiyle, Anadolu'da uygarlık kuran Hititlerin sanat üslubu ile yapılan aslan heykelleri kuvvet ve sükuneti temsil etmektedir. Heykeller Hüseyin Özkan'ın eseridir.

6. TÖREN MEYDANI
Aslanlı yolun sonunda yer alan tören meydanı 129 x84,25 m. boyutlarındadır. 15.000 kişi kapasiteli bu alanın zemini; siyah, kırmızı, sarı ve beyaz renkte traverten taşlardan oluşan 373 adet halı ve kilim deseniyle bezenmiştir.

7. MEHMETÇİK KULESİ
Aslanlı yolun bitiminde sağda Mehmetçik Kulesi yer almaktadır. Kulenin dış yüzeyinde yer alan kabartmada; cepheye gitmekte olan Mehmetçiğin evinden ayrılışı ifade edilmektedir. Bu komposizyonda, elini asker oğlunun omuzuna atmış onu vatan için savaşa gönderen hüzünlü, fakat gururlu anne tasvir edilmiştir. Kabartma Zühtü Müridoğlu'nun eseridir.
Kulenin duvarlarında Atatürk'ün Mehmetçik ve Türk kadınları hakkında söylediği özlü sözler yer almaktadır:
"Kahraman Türk eri Anadolu savaşlarının anlamını kavramış, yeni bir ülke ile savaşmıştır." (1921)
"Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir ulusunda Anadolu köylü kadının üstünde kadın çalışmasından söz etmek imkânı yoktur." (1923)
"Bu ulusun çocuklarının özverileri, kahramanlıkları için ölçü birimi bulunamaz."
Kulenin içinde; Anıtkabir ve Atatürk ile ilgili çeşitli kitaplar ve hediyelik eşyalar ziyaretçilere sunulmaktadır.

8. ATATÜRK VE TÜRK DEVRİMİ KÜTÜPHANESİ

Mehmetçik ve Zafer kuleleri arasında yer alan; müze, kitaplık ve Kültürel Faaliyetler Müdürlüğü'nün içindeki birimde "Atatürk ve Türk Devrimi Kütüphanesi" bulunmaktadır. Atatürk, milli mücadele ve inkılâplar konulu Türkçe ve yabancı dillerde kitapların bulunduğu bir "İhtisas Kütüphanesi" olarak, her kesimden araştırmacı ve okuyucuya hafta içi 09.00-12.30 / 13.30-17.00 saatleri arasında hizmet vermektedir.

9. ZAFER KULESİ
Kulenin duvarlarında Atatürk'ün en önemli üç zaferinin tarihi ve zaferle ilgili özlü sözleri yazılıdır.
Kule içinde Atatürk'ün naaşını 19 Kasım 1938'de İstanbul Dolmabahçe Sarayı'ndan alarak Sarayburnu'nda donanmaya teslim eden top arabası sergilenmektedir.

10. İSMET İNÖNÜ'NÜN LAHTİ

Barış ve Zafer Kuleleri arasında yanları açık sütunların oluşturduğu galerinin ortasında 25 Aralık 1973 yılında vefat eden Atatürk'ün en yakın silah arkadaşı, Türk Milli Mücadelesinin Batı Cephesi komutanı ve ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün sembolik lahdi bulunmaktadır. Mezar odası alt kattadır. İsmet İnönü, Anıtkabir'e 28 Aralık 1973'te Bakanlar Kurulu Kararı ile defnedilmiştir.

11. BARIŞ KULESİ
Kulenin iç duvarında Atatürk'ün "Yurtta Barış, Dünyada Barış" ilkesini dile getiren bir kabartma kompozisyonu yer almaktadır. Bu kabartmada çiftçilik yapan köylüler ve yanlarında kılıcını uzatarak onları koruyan bir asker figür tasvir edilmiştir. Bu asker barışın sağlam ve güvenli kaynağı olan Türk ordusunu sembolize etmektedir. Bu şekilde insanlar Türk ordusunun sağladığı huzur ortamı içinde günlük hayatlarını devam ettirmektedirler. Kabartma, Nusret Suman'ın eseridir.
Kule duvarlarında Atatürk'ün barış ile ilgili şu sözleri yer almaktadır.
"Dünya vatandaşları kıskançlık, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde terbiye edilmelidir." (1935)
"Yurtta Barış, Cihanda Barış."
"Ulusun hayatı tehlikeyle karşı karşıya kalmadıkça savaş bir cinayettir." (1923)
Kulenin içinde ise Atatürk'ün 1935-1938 yılları arasında kullandığı Lincoln marka tören ve makam otomobilleri sergilenmektedir.

12. 23 NİSAN KULESİ
Kulenin iç duvarında 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılışını temsil eden bir kabartma yer almaktadır. Bu kabartmada, ayakta duran kadının tuttuğu kağıdın üzerinde 23 Nisan 1920 yazılıdır. Kadının diğer elinde Millet Meclisimizin açılışını simgeleyen bir anahtar bulunmaktadır. Kabartma, Hakkı Atamulu'nun eseridir.
Kule duvarlarında meclisin açılışıyla ilgili Atatürk'ün özlü sözleri yer almaktadır:
"Bir tek karar vardı: O da ulusal egemenliğe dayalı, hiçbir koşula bağlı olmayan bağımsız, yeni bir Türk Devleti kurmak." (1919)
"Türkiye Devletinin tek ve gerçek temsilcisi yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir."
"Bizim bakış açılarımız kuvvetin, gücün, egemenliğin, yönetimin doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulundurulmasıdır."
Kulede Atatürk'ün 1936-1938 yılları arasında kullandığı Cadillac marka özel otomobili sergilenmektedir.

13. BAYRAK DİREĞİ
Anıtkabir'in Çankaya yönündeki 28 basamaklı tören meydanına giriş merdivenlerinin ortasında, tek parçalı yüksek bir direk üzerinde Türk bayrağı dalgalanır. Amerika'da özel olarak yaptırılan 33.53 m. yüksekliğindeki bu direk, Avrupa'daki tek parça çelik bayrak direklerinin en yükseğidir. Direğin 4 metresi kaidenin altında kalmaktadır. Amerika'da yaşayan Türk asıllı Amerika vatandaşı Nazmi Cemal tarafından, kendi bayrak direği fabrikasında imal edilerek 1946 yılında Anıtkabir'e hediye edilmiştir. Bayrak direğinin kaidesinde yer alan kabartmada; meşale Türk medeniyetini, kılıç taarruz gücünü, miğfer savunma gücünü, meşe dalı zaferi, zeytin dalı ise barışı simgelemektedir. Türk bayrağı, ulusumuzun yurdunu savunma, zafer kazanma, barışı koruma ve uygarlık kurma gibi yüce değerleri üzerinde dalgalanmaktadır. Kabartma Kenan Yontuç'un eseridir.

14. MİSAK-I MİLLİ KULESİ
Müzenin girişindeki bu kulenin içinde bulunan kabartma, tek vücut olarak kenetlenmemizi sembolize etmektedir. Kabartma, bir kılıç kabzası üzerinde üst üste konmuş dört elden ibarettir. Bu komposizyon Türk vatanının kurtarılması için içilen millet andını ifade etmektedir. Kabartma Nusret Suman'ın eseridir.
Kulenin duvarlarında Atatürk'ün Milli Misak ile ilgili şu sözleri yazılıdır:
"Kurtuluşumuzun genel kuralı olan ulusal andı tarih safhasına yazan ulusun demir elidir." (1923)
"Ulusal sınırlarımız içinde özgür ve bağımsız yaşamak istiyoruz." (1921)
"Ulusal benliği bulamayan uluslar başka ulusların avıdır." (1923)
Kulenin ortasında Anıtkabir'de icra edilen törenlere katılan heyetlerin özel defteri imzalamaları için imza kürsüsü yer almaktadır. Müzenin girişi olan bu kulede bulunan aktüalite panolarında Anıtkabir'de yapılan önemli törenlere ait fotoğraflar da sergilenmektedir.

15. ANITKABİR ATATÜRK MÜZESİ
Anıtkabir Proje Yarışması şartlarına uygun olarak, Misak-ı Milli ve İnkılâp kuleleri arasındaki bölüm müze olarak belirlenmiştir. Bu amaçla 21 Haziran 1960'ta Anıtkabir Atatürk Müzesi açılmıştır. Burada Atatürk'ün kullandığı eşyalar ve kendisine hediye edilen armağanlar ve giysileri teşhir edilmektedir.
Müzede ayrıca Atatürk'ün madalya ve nişanları ile manevi evlatlarından A. Afet İnan, Rukiye Erkin, Sabiha Gökçen'in müzeye armağan ettikleri Atatürk'e ait eşyalar sergilenmektedir.

16. İNKILÂP KULESİ
Müzenin devamı olan bu kulede Atatürk'ün giydiği elbiseler sergilenmektedir. Kulenin iç duvarında yer alan kabartmada zayıf, güçsüz bir elin tuttuğu sönmek üzere olan bir meşale, çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu'nu simgelemektedir. Güçlü bir elin göklere doğru kaldırdığı ışıklar saçan diğer bir meşale ise, yeni Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk'ün Türk ulusunu çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak için yaptığı inkılâpları simgelemektedir. Kabartma Nusret Suman'ın eseridir.
Kule duvarlarında Atatürk'ün inkılâplarla ilgili şu sözleri yazılıdır:
"Bir toplum aynı amaca bütün kadınları ve erkekleriyle beraber yürümezse ilerlemesine, uygarlaşmasına teknik imkân ve bilimsel ihtimal yoktur."
"Biz ilhamlarımızı gökten ve bilinmeyen alemden değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz."
Müzenin giysi bölümü olarak kullanılan bu kulede; Anadolu Üniversitesi eski rektörü Prof. Dr.Yılmaz Büyükerşen'in yaptığı Atatürk'ün gerçek boyutlarında balmumu heykeli bulunmaktadır.

17. CUMHURİYET KULESİ
Sanat Galerisi'nin girişi olan bu kulenin duvarlarında Atatürk'ün Cumhuriyet ile ilgili şu özlü sözü bulunmaktadır.
"En büyük gücümüz, en güvenilir dayanağımız, ulusal egemenliğimizi kavramış ve onu eylemli olarak halkın eline vermiş ve halkın elinde tutabileceğimizi gerçekten kanıtlamış olduğumuzdur."
Kulenin içinde, Atatürk'ün öğrenim gördüğü Manastır Askeri İdadisi ile Sivas ve Erzurum Kongre binaları ve I. T.B.M.M. binalarının maketleri ve o dönemlere ait fotoğraflar sergilenmektedir.


18. SANAT GALERİSİ

Cumhuriyet Kulesi ve Müdafaa-i Hukuk Kuleleri arasında yer alan bu bölümde Atatürk'ün özel kitaplığı teşhir edilmektedir.
Duvarlarda Atatürk'ü ziyaret etmiş olan yabancı devlet adamları ile Atatürk'ü birlikte tasvir eden yağlı boya tablolar bulunmaktadır. Bu tablolar, ressam Rahmi Pehlivanlı'nın eseridir.
Galeride ayrıca, Atatürk, Milli Mücadele ve Anıtkabir konulu belgesel filmlerin gösterildiği sinevizyon bölümü yer almaktadır.

19. MÜDAFAA-İ HUKUK KULESİ
Bu kule duvarının dış yüzeyinde yer alan kabartmada, Kurtuluş Savaşımızda ulusal birliğimizin temeli olan Müdafaa-i Hukuk dile getirilmektedir. Kabartmada, bir elinde kılıç tutarken diğer elini ileri uzatmış sınırlarımızı geçen düşmana "Dur!" diyen bir erkek figür tasvir edilmiştir. İleri uzatılan elin altında bulunan ulu ağaç yurdumuzu, onu koruyan erkek figürü ise kurtuluş amacıyla birleşmiş olan milletimizi temsil etmektedir. Kabartma Nusret Suman'ın eseridir.
Kulenin duvarlarında Atatürk'ün Müdafaa-i Hukuk konusunda söylediği sözler yer almaktadır:
"Ulusal gücü etken ve ulusal iradeyi egemen kılmak esastır." (1919)
"Ulus bundan sonra hayatına, bağımsızlığına ve bütün varlığına şahsen kendisi sahip çıkacaktır." (1923)
"Tarih; bir ulusun kanını, hakkını, varlığını hiçbir zaman inkâr edemez." (1919)
"Türk ulusunun kalbinden, vicdanından doğan ve onu esinlendiren en esaslı, en belirgin istek ve iman belli olmuştu: Kurtuluş." (1927)
Kulenin içinde "Atatürk ve Milli Mücadele" konulu periyodik sergiler düzenlenmektedir. Ayrıca Atatürk'ün öğrenim gördüğü Harbiye Mektebi'nin maketi bulunmaktadır.

20. SAKARYA MEYDAN MUHAREBESİ KONULU KABARTMA
Komposizyonun sağında bir genç, iki at, bir kadın ve bir erkek bulunmaktadır.Bunlar, savaşın ilk döneminde düşman saldırıları karşısında evlerini bırakıp yurt savunması için yollara düşmüştür. Sağdaki delikanlı arkaya dönmüş, sol elini kaldırıp yumruğunu sıkarak düşmanlara; "Bir gün döneceğiz ve sizden öcümüzü alacağız" demektedir.
Bu üçlü grubun önünde çamura batmış bir araba, çabalayan atlar, tekerleği döndürmeye çalışan bir erkek ve iki kadın ile ayakta bir yiğit ve ona bir kılıç sunan diz çökmüş bir kadın vardır. Bu grup figürleri, Sakarya Muharebesi başlamadan önceki dönemi temsil etmektedir. Bu grubun solunda, yere oturmuş iki kadın ve bir çocuk, düşman istilası altında, Türk ordusunu bekleyen halkımızı simgelemektedir. Bu halkın üzerinden uçarak Başkomutan Mustafa Kemal'e çelenk sunan bir zafer meleği vardır.
Komposizyonun sonunda yere oturan kadın vatan anayı, diz çöken genç Sakarya Meydan Muharebesi'ni kazanan Türk ordusunu, meşe ağacı ise zaferi simgelemektedir. Vatan ana, Türk ordusunun zaferinin simgesi olan meşe ağacını göstermektedir. Kabartma İlhan Koman'ın eseridir.


21. BAŞKOMUTAN MEYDAN MUHAREBESİ KONULU KABARTMA

Komposizyonun solunda yer alan ve bir köylü kadın, bir erkek çocuk ve bir attan oluşan grup milletçe savaşa hazırlık dönemini temsil etmektedir. Sonraki bölümde; Atatürk bir elini ileri uzatmış ve "Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri!" diyerek ordularımıza hedefi göstermektedir. Öndeki melek, Ata'nın emrini borusu ile uzak ufuklara iletmektedir. Bundan sonraki bölümüde, Atatürk'ün emrini yerine getiren Türk ordusunun fedakarlıklarını ve kahramanlıklarını temsil eden kabartmada, vurulup düşen bir erin elindeki bayrağı kavrayan bir yiğit ile siperde ellerinde kalkan ve kılıçlı bir asker Türk ordusunun taarruzunu sembolize etmektedir. Önde ise elinde Türk bayrağı ile Türk ordusunu çağıran zafer meleği bulunmaktadır. Kabartma Zühtü Müridoğlu'nun eseridir.

22. MOZOLE
Anıtkabir'in en önemli bölümü olan mozoleye çıkan 42 basamaklı merdivenlerin ortasında "hitabet kürsüsü" yer almaktadır. Mermer kürsünün tören meydanı cephesi dairesel geometrik motiflerle süslü olup, ortasında Atatürk'ün "Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir" sözü yazılıdır. Kürsü Kenan Yontuç'un eseridir.
Mozole 72x52x17 m. boyutlarında uzunca dikdörtgen bir plan üzerine kurulmuş olup, ön ve arka sekiz, yan cepheler ise 14.40 m. yüksekliğinde ondört kolonatla çevrelenmiştir. Mozole cephesinde, solda Atatürk'ün Türk gençliğine hitabı, sağda ise Cumhuriyet'in kuruluşunun 10. yıldönümünde söylediği nutku yer almaktadır. Harfler taş kabartma üzerine altın yaldızlarla yazılmıştır.

23. ŞEREF HOLÜ
Şeref holüne bronz kapılardan girilir. Girişte sağda Atatürk'ün 29 Ekim 1938 tarihli Türk ordusuna son mesajı, solda ise 2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün Atatürk'ün ölümü üzerine yayınladığı 21 Kasım 1938 tarihli Türk milletine taziye mesajı yer almaktadır. Bu iki yazıt Atatürk'ün doğumunun 100. yılı olan 1981'de yazılmıştır.
Girişin tam karşısında büyük pencerenin yer aldığı nişin içinde, Atatürk'ün sembolik lahdi bulunmaktadır. Lahit taşı tek parça kırmızı mermer olup 40 ton ağırlığındadır. Lahit taşının yer aldığı bölüm ise beyaz Afyon mermeri ile kaplıdır. Şeref holünün zemini Adana ve Hatay'dan, yan duvarları ise Afyon ve Bilecik'ten getirilen kırmızı, siyah, yeşil ve kaplan postu mermerlerle kaplanmıştır.
Şeref holünün 27 kirişten oluşan tavanı ile yan galeri tavanları mozaik ile süslenmiştir. Şeref holünün yüksekliği 17 m. olup, yan duvarlarında altışardan 12 adet bronz meşale bulunmaktadır. Mozole yapısının üstü, düz kurşun çatı ile örtülüdür.

24. MEZAR ODASI
Atatürk'ün aziz naaşı, mozolenin zemin katında doğrudan doğruya toprağa kazılmış bir mezarda bulunmaktadır. Mozolenin birinci katı olan şeref holündeki sembolik lahit taşının tam altında bulunan mezar odası Selçuklu ve Osmanlı mimari stilinde sekizgen planlı olup, piramidal külahlı, tavanı geometrik motifli mozaiklerle süslenmiştir. Zemin ve duvarlar siyah, beyaz, kırmızı mermerlerle kaplanmıştır. Mezar odasının ortasında kıble yönünde kırmızı mermer sanduka yer almaktadır. Mermer sandukanın çevresinde bütün illerden ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nden gönderilen toprakların konulduğu pirinç vazolar bulunmaktadır.


http://ataturkkk.blogspot.com




Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlara İlişkin Yasa

|

Atatürk'e karşı işlenen suçlara karşılık varolan yasa.




Yasa Numarası : 5816

Kabul Tarihi : 25/7/1951

Yayımlandığı Resmi Gazete ile Tarihi : Sayı: 7872-31/7/1951

Yayımlandığı Düstur : Tertip: 3 Cilt: 32 Sayfa: 1842


Madde 1- Atatürk''ün anısına açıkça hakaret eden ya da söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır. Atatürk''ü temsil eden heykel, büst ve anıtları ya da Atatürk''ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan ya da kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir. Yukarıdaki yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik eden kimse asıl fail gibi cezalandırılır.

Madde 2- Birinci maddede yazılı suçlar; iki ya da daha fazla kimse tarafından toplu olarak ya da genel ya da topluma açık yerlerde ya da basın aracılığıyla işlenirse hükmolunacak ceza yarı oranında artırılır. Birinci maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar zor kullanılarak işlenir ya da bu suretle işlenmesine yeltenilirse verilecek ceza bir kat artırılır.

Madde 3- Bu yasada yazılı suçlardan dolayı Cumhuriyet savcılıklarınca resen takibat yapılır.

Madde 4- Bu yasa yayımı tarihinde yürürlüğe girer.

Madde 5- Bu yasayı Adalet Bakanı yürütür.

http://ataturkkk.blogspot.com




Futbol Nasıl Oynanır?

|

" Büyük Atatürk’’ün futbolla ilgili bir anısını en yakın arkadaşlarından Kılıç Ali’nin oğlu olan, devrinin ünlü futbolcusu Gündüz KILIÇ yıllar sonra kaleme aldığı ve bir gazetede yayınlanan yazısında tatlı bir üslup içinde şöyle dile getirmiş.


ATATÜRK yakın arkadaşı Kılıç Ali’nin evine bir ziyaret için uğradığında, evde başka kimse bulunmadığı için Gündüz KILIÇ tarafından ağırlanmıştı. Bundan sonrasını rahmetli Gündüz KILIÇ’tan nakledelim.

.....Atatürk şerbetini yudumlarken 'Gel şöyle otur da seninle konuşalım biraz' dedi ve bana karşısındaki koltuğu gösterdi. Oturdum ama inanın içimin yağları eridi.İşin asıl zor tarafının bundan sonra başlayacağını hissediyordum. Çünkü Atatürk’ün özellikle gençlere değişik zeka soruları sorarak onları imtihan etmekten pek hoşlandığını biliyordum. Mahcup olma korkusu bütün benliğimi sarmıştı. Fakat çok şükür sorduğu soru korktuğum türden olmadı.

O sıralarda Milli futbol takımımız Halk Evleri Takımı adı altında Rusya’da 5-6 maç yapmıştı. Maçların çoğunda fena sonuçlar alınmıştı. Yaşımın pek genç olmasına rağmen, ben de kadroya alınmıştım. Ülkesinde olup biten her şeyle ilgilenen Atatürk’ün Rusya yenilgileri de gözünden kaçmamıştı.

İlk sorusu 'Neden yenildiniz?' oldu. Kem küm ederek bir şeyler söylemeye çalıştım. ATATÜRK pek üstelemeden ikinci sorusunu sordu. 'Peki bu yenilgiler seni çok üzdü mü?' dedi. Son derece üzüldüğümü anlatmaya çalışırken, bir el hareketiyle beni susturup kendi konuştu: 'Dünyada yenilmeyen kimse, yenilmeyen ordu, yenilmeyen takım, yenilmeyen kumandan yoktur. Yenildikten sonra üzülmekte tabiidir. Ancak, bu üzüntü insanın maneviyatını yok edecek, onu çökertecek seviyeye varmamalıdır. Yenilen hemen toparlanmalı, kendini yeneni yenmek için olanca gücüyle, azmiyle çalışmalıdır' dedi.

Sonra futbolun nasıl oynandığını anlatmamı istedi. Hemen kağıt kalem aldım, oyun sahasını çizerek o zamanki deyimiyle, müdafileri, muavinleri ve muhacimleri yerlerine yerleştirip onların görevlerini ve ana kaideler ile hedeflerini anlattım. ATATÜRK, 'Yahu desene bizim harp oyunları gibi, sizin işde strateji bilgisi ve kurmay kafası ister' diye önemser önemser başını salladı."

Rahmetli Gündüz KILIÇ’ın bu anısı Atatürk’ün futbol hakkındaki düşündüklerini bize öğretmesi bakımından değer ve önem taşıyor.

http://ataturkkk.blogspot.com




İhtiyar Kadın ve Atatürk - Atatürk Hatıraları

|

Gazi Çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rasladık. Atatürk attan inerek bu ihiyar kadının yanına sokuldu.


Yazının tamamı buraya

- Merhaba nine

Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;

- Merhaba dedi.

- Nereden gelip nereye gidiyorsun? Kadın şöyle bir duralayıp,

- Neden sordun ki, dedi. Buraların sabısı mısın? Yoksa bekçisi mi?

Paşa gülümsedi.

- Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin? Kadın başını salladı.

- Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği kavruk köylerinden birindeyim. Bizim mıhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim.

- Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?

- Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da.... Benim iki oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı
Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey.

- Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı? Kadını birden yüzü sertleşti.

- Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki... O bizim vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol paşam! Demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşayı bulacağım yeri deyiver. Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek,

- Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu. Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum anacığım dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor. Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'e uzattı;

- Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm. Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi.Sonra birlikte köşke kadar gittik.

Oradakilere şu emri verdi;

"Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun."

http://ataturkkk.blogspot.com

Atatürk ve Türk Kadını

|

Türk kadını yani analarımız, ninelerimiz, ablalarımız, kardeşlerimiz, teyzelerimiz, yengelerimiz Mustafa Kemal Atatürk ile gün yüzü görmüşlerdir. Atatürk'ün ileri görüşlülüğü bugün bile bir çok politikacıdan kat kat yüksektir.



Kadın hakları ve kadınların erkeklerle eşitliği konusunda geçen asırdan itibaren batı ülkelerinde ve toplumlarında yoğun mücadelelerin verildiği ve özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere' nin bu mücadelelerin en şiddetlilerini yaşadığı bilinmektedir.

Ülkemizde, gerek Osmanlı İmparatorluğu ve gerek Cumhuriyet döneminde kadınlarımızın kendi hakları konusunda, batı ülkelerindekine benzer şekilde mücadele ettiklerini söylemek mümkün değildir. Ama biz kadınlara birçok batı ülkesinden daha evvel bu hak Atatürk tarafından verilmiş ve hatta adeta sunulmuştur.

Cumhuriyet Dönemi ve Kadın Hakları teokratik bir devlet yapısının ve kadın haklarının kısıtlı olduğu bir toplum düzeninin olduğu Osmanlı İmparatorluğu' ndan, kadın-erkek eşitliğinin kabul edildiği modern Türkiye Cumhuriyeti' ne geçiş, bir çok devrimler ile mümkün olabilmiştir. Bu devrimler içinde, kadınların erkekler ile eşit toplumsal varlıklar olarak toplum içinde yerlerini almaları bir uygarlık aşamasıdır ve Atatürk Devrimleri' nin en önde gelenlerinden birisidir. 1926 yılında Büyük Millet Meclisi tarafından kabulle yürürlüğe giren ve Türk kadınlarını "şeriat" zincirinden kurtaran Medeni Kanun ile, Türk kadınına bin yıl evvel kaybettiği hakların iade edilmesinin temeli oluşmuştur. Artık kadın güçlenmeye, kişiliğini bulmaya başlamış ve erkeğinin yanında sosyal faaliyetlere katılmaya hazırdır.

Türk Kadınına Seçme ve Seçilme Haklarının Verilmesi
Medeni Kanun ile erkeklerle eşit haklara sahip olan Türk kadınına, 3. TBMM tarafından 3 Nisan 1930' da kabul edilen bir yasa ile belediye seçimlerine katılma hakkı tanınmıştır. 1931 yılında da Türk kadını ilk kez tıp dünyasında varlığını göstermiş ve ilk kadın cerrahımız çalışmaya başlamıştır. 4 Mayıs 1931' de ilk toplantısını yapan IV. TBMM tarafından 26 EKim 1932' de kabul edilen bir yasa ile Türk kadınına muhtar, köy ihtiyar kurulu üyeliğine seçilme ve seçme hakkı tanınmış; ertesi yıl da, 8 Ekim 1934' de kabul edilen ve 5 Aralık 1934'de yürürlüğe giren bir başka yasa ile kadın-erkek eşitliği alanında bütün haklar, "Kadınlara Milletvekili Seçme ve Seçilme Hakkı" nın tanınmasıyla verilmiş oluyordu. Atatürk' ün Kadın Hakları Konusundaki Görüşleri ve Gerçekleştirdikleri, bugün dünya aydınlarının ve Birleşmiş Milletler Teşkilatı 'nın yaymaya çalıştığı kadın hakları ile ilgili görüşler, Atatürk tarafından çok önceleri dile getirilmiş ve çoğunlukla da uygulama alanına sokulmuştur. Atatürk, Cumhuriyet' in ilanından dokuz ay önce Şubat 1923 'de şöyle demiştir:

"Bizim sosyal toplumumuzun başarısızlığının sebebi, kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlikten ileri gelmektedir. Yaşamak demek faaliyet demektir. Bundan dolayı bir sosyal toplumun, bir organı faaliyette bulunurken, diğer bir organı işlemezse, o sosyal toplum felçlidir."

Atatürk, çağdaş bir düşüncenin ürünü olan bu sözleriyle kadının toplumdaki yerini belirlemiştir. Atatürk' ün Türk kadınına beslediği sevgi ve saygı, Kurtuluş Savaşı' ndaki gözlemleri ile iyice perçinleşmiştir. 1923 yılında Konya' da yaptığı bir konuşmada, bu hissiyatını büyük bir içtenlikle dile getirir.

"Dünyada hiçbir milletin kadını, ben Anadolu kadınından fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte, Anadolu kadını kadar emek verdim, diyemez. Erkeklerden kurduğumuz ordumuzun hayat kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir. Çift süren, tarlayı eken, kağnısı ve kucağındaki yavrusu ile yağmur demeyip, kış demeyip cephenin ihtiyaçlarını taşıyan hep onlar, hep o yüce, o fedakar, o ilahi Anadolu kadını olmuştur. Bundan ötürü hepimiz bu büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı, şükranla ve minnetle sonsuza kadar aziz ve kutsal bilelim."

Atatürk 30 Mart 1923' de Vakit Gazetesi' nde yayınlanan bir beyanatında;

"İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan oluşur. Kabil midir bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki bir cismin yarısı toprağa bağlı kaldıkça, öteki yarısı göklere yükselebilsin?"

Türkler tarih boyunca, babaerkil denilen aile yapısını gönüllerine yerleştirememişler ve benimseyememişlerdir. İşte Atatürk, milletin geçmişindeki ve özünde var olan fakat özlem haline getirilmiş bir hakkı, bir duyguyu devlet varlığına geçiren devrimci olmuştur.

"Ey kahraman Türk kadını! Sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın"

diyerek, yaptıklarının gerekçesini az, öz ve muhteşem bir ifade ile belirtmiştir. Kadınların giysileri de Atatürk' ün üzerinde çok önemle durduğu bir başka konu olmuştur. Bu konuda Atatürk, 1 Eylül 1925' de İkdam Gazetesi' nde yayınlanan bir beyanatında şöyle dedi:

"Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başında bir bez, peştemal veya buna benzer birşeyler asararak yüzünü, gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın manası neye delalet eder? Medeni bir millet anası, bir millet kızı için bu garip şekiller, bu vahşi vaziyet nedir? Bu hal milleti çok gülünç gösterir ve derhal düzeltilmesi lazımdır".

1925 yılında İnebolu gezisinde Atatürk, örtünen kadınlarla ilgili şunları söyledi:

"Onlar yüzlerini cihana göstersinler ve gözleri ile cihanı dikkatle görebilsinler. Bunda korkulacak hiçbir şey yoktur. Önemli olarak şunu ihtar edeyim ki, bu halin muhafazasında inat ve taassup, hepimizi en az kurbanlık koyun olmak istidadından kurtaramaz.."

31 Temmuz 1932' de Türkiye güzeli Keriman Halis' in, Belçika' da yapılan yarışmada dünya güzeli seçilmesi üzerine Atatürk O'na "Ece" ünvanını verir ve Türk kadınına şöyle seslenir:

"Şunu ilave edeyim ki! Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu tarihten bildiğim için, Türk kızlarından birisinin dünya güzeli seçilmiş olmasını çok tabii buldum. Fakat Türk gençlerine bu münasebetle şunu hatırlatmayı da lüzumlu görürüm: Övünç duyduğumuz tabii güzelliğinizi fenni tarzda muhafaza etmesini biliniz ve bu yolda uyanık olunuz ve bu gelişmelerin aralıksız gerçekleşmesini ihmal etmeyiniz. Bununla beraber, asıl uğraşmaya mecbur olduğumuz şey, analarınızın ve atalarınızın oldukları gibi, yüksek kültürde ve yüksek faziletle dünya birinciliğini elde tutmaktır."

Atatürk, 18 Nisan 1935' de kendisinin himayesinde İstanbul' da toplanan ve aralarında ünlü nükleer fizikçi Madam Eve Curie' nin de bulunduğu, dünyanın dört bir yanından gelen kadınların katıldığı "Milletlerarası İlk Kadın Kongresi" delegelerine şöyle seslenir:

"Türk kadınının dünya kadınlığına elini vererek, dünyanın barış ve güveni için çalışacağına emin olabilirsiniz."

Ulu önder, Türk kadınlarının hiçbir alanda erkeklerden ve Avrupalı kadınlardan geri kalmayacakları yolundaki inancını da şu sözleriyle belirtmiştir:

"Kadınlarımız için asıl mücadele alanı, asıl zafer kazanılması gereken alan biçim ve kılıkta başarıdan çok, ışıkla, bilgi ve kültürle, gerçek faziletle süslenip, donanmaktır. Ben muhterem hanımlarımızın Avrupa kadınlarının aşağısında kalmayacak, aksine pek çok yönden onların üstüne çıkacak şekilde ışıkla, bilgi ve kültürle donanacaklarından asla şüphe etmeyen ve buna kesinlikle emin olanlardanım."

Türk toplumunun gelişip yükselmesinde aile yapısının önemine inanan Atatürk, şöyle demektedir:

"Bu millet esas terbiyesini aileden almaktadır. Türk milleti öyle analara sahiptir ki her bir devrin büyük adamlarını bu analar yetiştirmiştir. Türk kadını daha büyük nesiller yetiştirmeye kabiliyetlidir."

Türk kadını, yüzyıllardır özlemini çektiği haklarına sahip olmada; en azimli, inançlı ve güçlü desteği Atatürk' ten almış ve çağdaş ülke kadınlarının önüne geçmiştir. Örneğin; İtalya' da kadınlar ancak 1948 yılında seçimlere girebilmişler. Japon kadınları ise seçim haklarını ancak 1950 yılında alabilmiştir. Medeni Kanun' ları aldığımız İsviçre' de ise, kadınlar haklarını 1971 yılına kadar alamazken, çağdaşlamada örnek aldığımız İsveç ve Danimarka gibi ülkelerde de durum farklı değilken, Türk kadınına 1935 yılında seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. Bu vesile ile bakın Atatürk nasıl seslenir:

"Bu karar, Türk kadınına sosyal ve siyasi hayatta bütün milletlerin üstünde yer vermiştir. Çarşaf içinde, peçe altında ve kafes arkasındaki Türk kadınını artık tarihlerde aramak lazım gelecektir. Türk kadını, evdeki medeni mevkiini selahiyetle işgal etmiş, iş hayatının her safhasında muvaffakiyetler göstermiştir. Siyasi hayatla, Belediye seçimleriyle tecrübe kazanan Türk kadını bu sefer de milletvekili seçme ve seçilme suretiyle haklarının en büyüğünü elde etmiş bulunuyor. Medeni memleketlerin birçoğunda, kadından esirgenen bu hak, bugün Türk kadınının elindedir ve onu selahiyet ve lihakatle kullancaktır."

Atatürk hayatta iken yapılan son seçim olan, 1935 yılı seçimlerinde ilk kez seçilme hakkını da kullanan Türk kadını, TBMM' ne onsekiz kadın milletvekili ile girmiştir. Bu onsekiz Türk kadının yüce meclisin çalışmalarına ne ölçüde katkıda bulundukları ve kararlarında ne denli etkili oldukları meclis tutanakları ile sabittir. Ayrıca kişisel tutumları da övünç vesilesi ve geleceğe olan inançları kuvvetlendirici mahiyette olmuştur. Atatürk' ün, çağı ve değişeni değil, değişecek zamanı milletine göstermesi, kadın hakları ve kadın-erkek eşitliği konularında, "BM İnsan Hakları Evrensel Bildirisi", "İnsan Hakları Sözleşmesi" gibi konular, daha insanlık tarihinin ufkunda bile görünmemişken Türk Kadınına, haklarını vermesinin değeri daha iyi anlaşılır. Bağımsızlık mücadelesi yapan ülkeler nasıl Atatürk' ü örnek bir lider almışlarsa, kadın hakları uğruna uğraş ve savaş verenler de, onu bir devrimci olarak aynı şekilde örnek almak durumundadırlar. Çünkü bütün insanlık tarihi boyunca, tarihin hiçbir döneminde, hiçbir lider kadın hakları konusunda Atatürk kadar önsezili ve öngörüşlü olmamış, onun kadar uğraş ve savaş vermemiştir. Ne mutlu bir Atatürk yetiştiren Türk kadınına, ne mutlu O'na sahip olan Türk milletine...

Amiral (e) Çetinkaya APATAY - Atatürk Türkiye'sinin Türk Kadını'na Kazancı Kitap Ticaret A.Ş., 1996


http://ataturkkk.blogspot.com

Atatürk ve 19 Rakamı

|

Atatürk ile ilgili bir çok önemli olayın tarihi içinde 19 rakamı geçmektedir.



1. 1881'de 19. yüzyılın bitimine 19 yıl kala doğmuştur

2. Sağlığında, İngiliz İmparatorluğu Hükümeti Atatürk' ün doğum gününü tebrik için Türk Hükümeti 'nden sormuş, ATATÜRK 19 Mayıs 1881 diye yanıtlamış ve kayıtlara böyle geçmiştir.

3. 1900'de 19 yaşında Harbiye' ye girmiştir.

4. 19 Aralık 1904' de bağımsız düşümcelerinden ötürü yıldız sarayına çağrıldı.

5. Harb akademisinden aldığı sicil 317-8 dir. Bu rakamların tek tek toplamı 19 eder.

6. Çanakkale Savaşının zaferle sonuçlanmasında 19' uncu fırka' yı (tümen) kurmuş ve ona komuta etmiştir.

7. 19 mayıs 1915' de albay oldu.

8. Mahiyetindeki komutanlara: "Ben size, taarruz edin demiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar yerimize başka kuvvetler gelebilir" demiş elindeki çok az kuvvetle 19 Mayıs 1915' e kadar oyalama muharebesi ile düşmanı tutmuştur. Düşmanın yine Çanakkale' deki başarısızlıkları sonucunda 10 Aralık 1915' te Gelibolu Yarımadası boşaltılmıştır.

9. Zor bir duruma düşen 7. Ordu' ya komutan tayin edilen M.Kemal, bir düşman saldırısını seziyor ve hazırlanıyor. Nitekim 19 Eylül sabahı düşman harekete geçiyor, hem de kat kat üstün kuvvetlerle. Sağındaki ve solundaki kuvvetler epeyce kayıp verdikleri halde M.Kemal zamanında aldığı tedbirlerle kayıp vermekten kurtuluyor.

10. 19 Mayıs' ta Samsun' a çıkacak olan Atatürk' ün bindiği vapurda 19 yolcu vardı.19 Mayıs 1963 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Prof.Dr. Tarık Zafer Tunaya' nın 19 Mayıs ve ötesi adlı makalesinden.

11. 19 Mayıs 1919' da Samsun'a çıkıyor. Bu tarihte 3 tane 19 rakamı vardır ki Atatürk' ün ömrü de zaten 3x19 dur. 19 Mayıs 1919' da iki ondokuz=38 yaşındaydı.

12. 19 yıl Türk Milleti' nin hakimiyetine bilfiil hakim olmuş, Türk Milletine Baş Komutan ve Devlet başkanı olarak hizmet etmiştir. (1919-1938)

13. Milli Mücadele' ye fiili olarak başlaması için komutanlara yaptığı konuşma ve Meclis' te Milli davanın gerçekleşmesi yolunda güdülecek siyasetin karara bağlanma tarihi de 19 Kasım 1919 'dur.

14. Sakarya Meydan Muharebesi' ni kazandıktan sonra, başarısına karşılık TBMM kendisine olan minnet ve şükranını belirtmek için 19 Eylül 1921' de kabul ettiği özel bir kanunla Mareşallik ve Gazilik ünvanı vermiştir.

15. Millete yayınladığı bir beyanname ile Osmanlı Devleti' nin hayat ve egemenliğinin sona erdiğini belirterek Türk Milleti' ni hayat ve bağımsızlığa kavuşturmak için, Ankara ' da olağanüstü bir Meclis toplantısı ve Türk Milleti' nin iradesini bu Meclise devretmeyi 19 Mart 1920 'de kararlaştırmıştır.

16. Hitabet sanatının bir şaheseri olan Büyük Nutuk' un sonundaki Türk Gençliği'ne Hitabesi de başlangıç cümlesiyle beraber 19 cümledir.

17. Büyük devlet adamı ve eşsiz kahramanın adı ve soyadı ^^MUSTAFA KEMAL ATATÜRK^^ 19 harftir.

18. "NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE ". Bu saheser cümle 19 harftir.

19. "İSTİKLAL GÖKLERDEDİR" Ne rastlantıdır ki, Atatürk' ün bu sözleri de 19 harftir.

20. 10 Kasım 1938 (19x2x19) (10 Kasım günü saat 9 da 10+9=19) 3x19 =57 yaşında ölümlü yaşama gözlerini kapamıştır.

21. Cenazesi büyük bir merasimle 19 Kasım 1938 günü Yavuz zırhlısı ile İzmit' e götürülmüştür.

22. En Büyük Kahraman' ın ebediyete intikali üzerine arkadaşı ve halefi İsmet İnönü' nün Türk Milletine beyannamesi 19 cümledir.

23. Doğum ve ölüm yılları (1881 ve 1938), 19 sayısının katlarıdır.

24. 1919 rakamında 101 tane 19 vardır.

25. İlk 19 yılda hazırlandı, ikinci 19 yılda siyaset ve askerlik alanında savaştı, üçüncü 19' uncu yılda devlet başkanı sıfatı ile hizmet etti.


http://ataturkkk.blogspot.com

Atatürk ve Barış

|

Mustafa Kemal Atatürk tam bir sevdalısı idi."Yurtta Sulh Cihanda Sulh." sözü herşeyi açıklayacak güce sahip bir sözdür.

Mustafa Kemal yaşamını yurtta ve dünyada barışa adamıştı. Bir askerdi ama barış için savaşıyordu. Çanakkale kahramanı olarak kendisi ile görüşme yapan “Minber” gazetesi muhabirine savaşı değil, barışı anlatıyordu:

“En çok kuvvetli deyiminden amacın yalnız silah kuvveti olduğunu sanmayınız. Tersine asker olmama karşın, benim dilediğim maneviyat, bilim, teknik ve ahlak yönünden güçlü olmaktır. Çünkü saydığım niteliklerden yoksun olan bir ulusun bütün bireylerinin en son teknoloji silahlarla donatıldığını varsaysak bile kuvvetli olduğunu kabul etmek doğru olmaz.”

Kurtuluş Savaşı içinde bile barışı düşünüyordu. Her fırsatta işgalci devletlere barış çağrısı yapıyordu:

“Türkiye’nin barışçı koşulları Misak-ı Milli’nin açıklandığı 28 Ocak 1920’den beri tüm dünyaca biliniyor. Türkiye’nin ulusal sınırlar içindeki siyasi ve iktisadi tam bağımsızlığının onayı konusunda Fransa ile 20 Ekim 1921’de imzalanan anlaşmaya, bağımsızlığına saygı gösterilirse –bu Türkiye’nin barışçı ve anlaşma yanlısı olduğunu kanıtlar– Fransa’nın yolunu seçen herkes Türkiye ile hemen barış yapabilir.”

Yurt içi ve dışından gazeteciler sürekli olarak ağzından barış sözcükleri dökülen bir askerle yüz yüzeydiler. 1922’de Mustafa Kemal’den demeç alan “Petit Parisien” muhabirinin kaleminden şunlar döküldü:

“Bu demeç, duygularımıza aykırı da olsa Türkiye’nin izlediği siyasetin değerli bir belgesidir. Öncelikle Mustafa Kemal’in devletler tarafından Türkiye’ye bildirilen bazı koşullara ne derece ısrarla karşı çıktığını belirtmeliyim. Kendisi ‘Sorunları yalnız Yunanistan’la mı görüşeceğiz? Öyleyse Yunanlılar’a söyleyecek iki sözümüz vardır ve birincisi, ele geçirdikleri topraklarımızı hemen bırakmaya çağrıdır. İkincisi de bu ele geçirme sırasında yaptıkları geniş tahribatın onarımı isteğidir... Barışın gerçekleşmesi ciddi olarak isteniyorsa bunun en güvenilir yolu Türk topraklarının boşaltılması ve barış görüşmelerinin başlatılmasıdır. Yunan ordusu Anadolu’da kaldıkça müttefiklerin barış yapabileceklerini sanmam... Eğer devletler Yakındoğu’da barış yapmayı gerçekten istiyorlarsa önce yanlış olan hareket noktalarını değiştirmelidirler’ demektedir. Mustafa Kemal demecinin sonunda Türkiye ile Bab-ı Âli’yi birbirinden ayırarak savaşa katılanın Bâb-ı Âli olduğunu oysa bu hatanın cezasını Türk ulusunun çektiğini ve Türk ulusunun diğer uluslara tanınan hakkın kendisinden esirgenmesi karşısında silaha sarıldığını açıkladı.”

Mustafa Kemal savaş alanlarında duyumsadıklarını TBMM’de yaptığı birçok konuşmada da dile getirmiştir:

“Kuşkusuz hakkımız alınıncaya kadar silahı elden bırakmayız. Ama bundan bizim aşırı savaş yanlısı olduğumuz çıkarılmasın. Böyle bir düşünce çok haksızlık olur. Tersine biz herkesle barış yapmak istiyoruz. Hakkımızı barış yoluyla elde etmek için her aracı denedik. Bu konuda hiç kusur etmedik. Ama bizim tüm iyi niyetlerimizi ciddiyetimizi uygarlık dünyasından sakladılar. Ancak ilkel kavimlere uygulanabilecek davranışlar ve birtakım anlamsız korkutmalarla karşımıza çıktılar. Efendiler, bütün dünya bilmelidir ki, Türkiye halkı, TBMM ve hükümeti uşak muamelesine katlanamaz. Her uygar ulus gibi, hükümet gibi varlığının, özgürlük ve bağımsızlığının tanınmasını istemekte kararlıdır. Ve tüm davası bundan ibarettir.

“Biz savaşçı değiliz, barışçıyız. Bir an önce barışın gerçekleşmesini görmek ona yardım ve hizmet etmek isteriz. Biz Rusya ile dostuz. Çünkü Rusya herkesten önce bizim ulusal haklarımızı tanıdı ve ona saygı gösterdi. Öyleyse İtilaf Devletleri de varlığımızı ve ulusal bağımsızlığımızı tanırsa onlarla da aramızda hiçbir anlaşmazlık nedeni kalmaz. Hemen barış yapılır ve ilişki kurulur. Biz savaş değil, barış istiyoruz. Barış yapmaya hazırız ve bence buna engel hiçbir neden yoktur.”

Barış çağrılarına, kulakların tıkanması Mustafa Kemal’in komutasındaki orduyu harekete geçirdi. İşgalcilerin yurttan atılması “Nereye değin?” sorusunu doğurdu. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Mustafa Kemal’le görüşürken bu soruyu sordu:

“Dumlupınar Muharebesi’ni kazandıktan sonra, ordulara ilk hedefin Akdeniz olduğunu söylemiştiniz. “İlk hedef” terimini kullanmakla izlenmesi gereken ikinci ve üçüncü hedeflerin bulunduğunu dolaylı olarak duyurdunuz. Lütfen bu konuda biraz bilgi verir misiniz?”

Mustafa Kemal duraksama dan yanıtladı:

“TBMM orduları Misak-ı Milli hükümlerini yerine getirmektedir. Türkiye halkı alçak gönüllü, ulusal sınırları içinde, tüm uygar uluslar gibi tam anlamıyla ve genişliğiyle özgür ve bağımsız yaşayacaktır. Ama, bilirsiniz ki askeri hareket siyasi eylemin umut vermediği noktada başlar. Umut güven verici bir biçimde gerçekleşince hedeflere orduların hareketinden daha hızlı ulaşılabilir.”

Son tümceden cesaret alan Yakup Kadri, “Herhalde, bu hedeflere orduyla ya da diplomasi yoluyla ulaşma konusundaki görüşünüzü bilmek çok yararlı olur sanırım” dedi.

Mustafa Kemal aynı kesin tavırla, “Hiçbir zaman boş yere kan dökmek istemedik, istemeyiz de...” dedi. “Ulusumuzun ve TBMM’nin gerçek zihniyeti budur. Şimdiye kadar dökülen kanların sorumluları uygarlık alemince öğrenilmişse facianın sürüp gitmesine gerek kalmamış demektir.”

Mustafa Kemal’in tasarladığı barış türü ve niteliği konusunda bir soru daha sordu Yakup Kadri:

“Yunan ordusunu yıllarca kendi topraklarını bile savunamayacak biçimde darmadağın ettiniz. Böylesine büyük ve ezici zaferden sonra barış görüşmelerini yürütürken siyasi durumu çetinleştirecek bazı yeni koşullar söz konusu olacak mıdır?”

Başkomutan gülümseyerek “Bu soruyu sormakla yararlı bir iş yaptığınızı sanıyorum” dedi. “Yalnız sizin değil, tüm dünyanın bize böyle bir soru yöneltme hakkı var ve siz alacağınız yanıtla bütün dünyanın merakını gidermiş olacaksınız. Önce herkesin kesinlikle bilmesi gerekir ki, Türkiye, halkının yazgısına doğrudan doğruya el koyarak oluşan TBMM hükümeti demektir. Yine herkesin açık seçik bilmesi gerekir ki, bugünkü Türkiye halkı yüzyıllarca kendi iradesini ve yönetimini başkasının elinde görmeye katlanan halk değildir ve asıl bilinmesi gereken de, bugünkü Türkiye halkının ve hükümetinin ham hayal peşinde koşarken kendi evini unutan ve harap bırakan serüvencilerden olmadığıdır. O nedenle şunu kesinlikle söyleyebilirim: Hükümetimiz zafer neşesiyle gerçek yararlarını ve hayati çıkarlarını unutacak kadar sarhoşluk içinde olmamıştır. Biz sadece açık seçik haklarımızı güven içinde elde etmekten ibaret olan ilkeleri izleriz. TBMM kurulurken hangi konuları hayati ve sağlanması gerekli saymışsa bugün de aynı şeyleri söz konusu eder.”

Bu arada barışa giden yol açılmıştı. Elde edilen bu başarının üstüne konmaya kalkışanlar vardı. Sadrazam Tevfik Paşa’nın telgrafına yanıt veren Mustafa Kemal gereken uyarıda bulundu:

“Anayasa ile biçim ve niteliği belirlenen Türkiye Devleti’nin kuruluş tarihinden beri yazgımıza el koyan ve bundan sorumlu olanın yalnız ve ancak TBMM olduğu tüm dünyaca bilinen olaylarla ve siyasi işlemlerle doğrulanmıştır. TBMM ordularının kesin zaferlerinin doğal sonucu olarak toplanması ve yakın olan konferansta Türkiye Devleti yalnız ve ancak TBMM Hükümeti tarafından temsil olunur.

“Bu gerçekler karşısında yasadışı ve hukuka aykırı olduğu yüce meclisçe tekrar tekrar ifade ve ilan edilen heyetlerin ya da bu gibi grupların şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da devlet siyasetini karıştırmaktan kaçınmaları konusunun önemi ve sorumluluk getireceği sizce de bilinmektedir.”

Barışa giden zor ve zahmetli yolu bir an bile unutmadan kat eden Mustafa Kemal cumhuriyet kurulduktan sonra izlenecek yolu vurguladı:

“Yurtta barış, dünyada barış için çalışıyoruz.”

Yaşar Öztürk
Bütün Dünya Kasım Sayısı

ATATÜRK'ÜN GÖRDÜĞÜ SON RÜYA

|

26 Eylül 1938 tarihinde Atatürk, rahatsızlığı ile ilgili olarak ilk defa hafif bir koma atlatmıştı. Prof.Dr.Afet İnan,olayı şöyle anlatıyor :

"O geceyi rahatsız geçirdi,ilk hafif komayı o zaman atlatmıştı. Ertesi sabahki açıklamasında" : "Demek ölüm böyle olacak" diyerek "uzun bir rüya gördüğünü" söyledi ve "Salih'e söyle, ikimizde bir kuyuya düştük, fakat o kurtuldu" dedi.

Atatürk'ün,burada "kuyuya düşme" sembolü ile gördüğü rüya vizyonu, kendisininde söylediği gibi ölümün habercisiydi. Salih Bozok'un kuyudan kurtulması ise bilindiği gibi,Atatürk'ün vefat ettiği gün, buna çok üzülen Salih Bozok'un da intihar etmesi ve sonunda onun kurtarılmasını simgeliyordu. İşte bu Atatürk'ün son rüyası idi...



http://ataturkkk.blogspot.com

 

©2009 Mustafa Kemal Atatürk - Atatürk'ün Hayatı | Atatürk Fotoğrafları | Template Blue by TNB